Akademide Performans Kriterleri Ve Ticarileşme: Bir Kongrenin Düşündürdükleri

Birkaç ay önce sosyal medyada bir arkadaşımın paylaştığı bağlantı sayesinde 7-8 Aralık 2013 tarihinde Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek bir uluslararası kongreden haberdar oldum. Kongreyi düzenleyen kurum kim hala bilmiyorum. Yalnızca kongrenin internet sitesinden gördüğüm kadarıyla çok değerli akademisyenlerin desteği vardı arkasında. Kongrenin başlığı da benim için oldukça ilgi çekiciydi: “Kadına Yönelik Şiddette Multidisipliner Yaklaşımlar Kongresi”. Kongreden haberdar olduğum sıralarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin incelediği kadına yönelik şiddet davalarıyla ilgili yüksek lisans tezimi yeni savunmuştum. Hem akademik hem kişisel ilgi alanıma giren bu konuda yapılacak bir kongrede bildiri sunmak, bu konuya ilişkin farklı akademik ilgileri olan insanlarla tanışmak ve daha sonraki çalışmalarımda ufuk açıcı olabilecek yeni yaklaşımlardan haberdar olmak için bu kongre önemli bir fırsat olabilirdi. Kongre için hazırlanmış internet sitesinde benim planladığım bildirinin gireceği alt başlık olan “hukukta kadın” başlığından sorumlu kişinin,  aynı zamanda Bilim Kurulunda da yer alan Prof. Dr. Nazan Moroğlu olduğunu görmek kongreye katılmak konusundaki hevesimi arttırdı. Kendisi kadına yönelik şiddet alanında çalışan az sayıda hukukçu akademisyenlerden birisi ve gerek tez çalışmamda gerekse öncesinde eserlerinden çokça yararlandım. Kongre onunla tanışmama vesile olamadı ama akademinin kendi fakültemde hiç rastlamadığım ve bir daha da hiçbir şekilde rastlamak istemeyeceğim bir yüzüyle karşılaşmamı sağladı. Kongreye başvuru sürecimden başlayarak bu tatsız karşılaşmadan sizleri haberdar etmek istiyorum.

Kongreye ilişkin tüm bilgileri edindiğim kongre için oluşturulmuş internet sitesinde[1] kongrede sunulmak istenen bildiri özetlerinin 750 ila 1000 kelime arasında olması gerektiği yazılıydı. Bu, alışılmışın dışında bir uzunluk olmasına rağmen bildiri özetimi hızlıca istenen şekilde Türkçe ve İngilizce olarak hazırladım. (Kongre sırasında basılmış bildiri özetlerinin yer aldığı kitabı elime aldığımda 200 kelimeyi bulmayan bildiri özetlerini –ki örneğin bunlardan birisi de aşağıda da sıkça bahsedeceğim bir doçente ait- ve İngilizce özetleri gönderilmemiş bildiri özetlerini gördüğümde kendimi nasıl hissettiğimi anlatamayacağım.) Kongreden haberdar olduğumda bildiri özeti göndermek için gereken son tarih çok uzak değildi. Bildiri özetimi sisteme yükledikten sonra bildiri özeti gönderme tarihinin yaklaşık 1 ay uzatıldığını gördüm. Bu akademik bir çalışma yaparken kendisine konulan tarih kısıtlarına uymanın da akademik başarının ölçütü olduğunu düşünen benim için fazla bir uzatma süresiydi; ancak bu kadar uzun bir ertelemenin değilse de genel olarak son tarihleri ertelemenin alışılagelmiş bir uygulama olduğunu da biliyordum. Kongreye kabul edilen bildirilerin tam metinlerinin gönderilmesi için gereken süreye 10-15 gün kala hala bildirime ilişkin bir yanıt alamamıştım. Bunun üzerine bildirimin kabul edilip edilmediğini sorduğum mailime yanıt olarak yaşanan aksaklıktan dolayı özür dileme gereği bile duyulmamış olan kuru bir “kabul edildi” maili aldım.

Neyse ki bildiri özetimi yolladıktan hemen sonra bildiri metnimi hazırlamaya girişmiştim. Bildirimi aynı zamanda makale olarak yayınlatmak umudu içinde olduğumdan buna uygun şekilde hazırlıklarımı tamamlarken bu sefer de bildirilerin tam metnini göndermemiz beklenen sürenin kongre tarihinden çok kısa süre öncesine ertelendiğini gördüm. Bunu ikinci bir özensizlik olarak değerlendirdim; ancak üzerinde durmaya gerek görmedim. Çünkü rahatsız olduğum başka bir mesele vardı. Kongrenin internet sayfasında kongreye katılım ücretinin 350 TL olduğu yazıyordu. Bu, benim gibi asistan maaşından başka bir geçim kaynağı olmayan birisi için maaşımın yaklaşık 1/6’ine denk geliyordu. Uluslararası kongrelere katılım için belli bir ücretin ödenmesi gerektiğini biliyordum ancak hem 350 TL gibi yüksek bir meblağı hem bildiri sunacaklar ile katılımcılar arasında bir ücret farklılığına gidilmemiş olmasını hem de bu ücreti ödeyemeyecek olanlar için bir destek fonunun ayrılmamış olmasını (ki bu kadar yüksek bir katılım ücreti için iyi bir gerekçe olabilirdi) yadırgadım. Yine de tez araştırmamın üzerinden fazla zaman geçmeden ve verilerim hala güncelken tespitlerimi ilgilenebilecek başka akademisyenler ve öğrencilerle paylaşmak ve eleştirilerini almak istiyordum. Çalışmam ancak böylece tamamlanmış olabilecekti ve kadına yönelik şiddetle ilgili yakın zamanda yapılacak başka bir kongre duyurusuna da rastlamamıştım. Bu nedenle arkadaşlarımın maddi desteğiyle gereken ücreti yatırmaya ancak bu konudaki eleştirilerimi kongre sırasında karşılaşacağımı umduğum kongre yürütücüleriyle paylaşmaya karar verdim.

Kongreye yaklaşık 10 gün kala kongrenin programı yayınlandı. 20 değilse de 15 dakikalık bir konuşma sürem olacağını tahmin ederken her bildiri için 10 dakikanın ayrıldığını görerek biraz hayal kırıklığına uğradım. Üstelik soru-cevap bölümü için de zaman ayrılmamıştı. Yine de elimdeki 21 sayfalık metni kronometre yardımıyla çalışarak 10 dakikada sunabileceğim hale getirdim. Hala kurallar benim için önemliydi ve kısa yazabilmenin ve anlatabilmenin başarı ölçütü olduğunu biliyordum. Ancak programda dikkatimi çeken ve anlam veremediğim başka bir ayrıntı daha vardı. Kongrenin ilk günü saat 10 ile 16.15 arasında her birine 20 ya da 30 dakika ayrılmış dört oturum vardı. Bunlar programda diğer oturumlarla karıştırılmalarını önleyecek farklı bir stille düzenlenmişti. Bu farklılaşmaya bir anlam veremedim; ancak bunu da kongre sırasında soracağım soruların arasına kattım.

İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce kadına yönelik şiddetle ilgilenen akademiden ve sivil toplumdan arkadaşlarımı hem kongreden hem de sunacağım bildiriden kongre programını da göndererek haberdar ettim ve katılmak isteyip istemeyeceklerini sordum. Arkadaşlarımdan bazıları teklifimi kabul etti ve kongre alanının adresini iletmemi istedi. Bu sırada kongrenin internet sitesinde gördüğüm bir duyuru arkadaşlarımın kongreye katılımına ilişkin kafamda soru işaretleri oluşmasına yol açtı. Bu duyuru, kongreye katılım ücreti olan 350 TL’yi ödemeyen ve yaka kartı olmayanların kongre alanına alınmayacağını ve istenirse kongre günü kongre salonunun önünde kredi kartıyla ödeme yapılabileceğini söylüyordu. Sadece dinleyici olarak gelmek isteyen birisinden bu ücreti ödemesinin beklendiğine inanamadığımdan bu duyurunun henüz ödemelerini yapmamış olan bildiri sahiplerine yönelik olduğu inancıyla emin olmak için organizasyonun bu kısmından sorumlu kişiye mail attım. Aldığım yanıt üzücü ve şok ediciydi. Gerçekten de eğer arkadaşlarım bildirimi dinlemek ve kongreye katılmak istiyorsa bu ücreti ödemeleri gerekiyordu.

Tabii ki onlara bu ücreti ödeyip ödemeyeceklerini sormadım. Bunun yerine üzülerek yalnızca bildiri sunacakların salonlara alınacağını söyledim. Onlar da bu durumu şaşkınlıkla karışık bir anlayışla karşıladı. 7 Aralık sabahı, içeri giremeyecek olan arkadaşlarımın beni Kadir Has Üniversitesi’ne bırakması ile kongre maceram sonuna yaklaşmış oldu. Ancak açıkçası bu metni yazmam da o gün yaşadıklarım nedeniyledir.

Kongre binasına biraz gecikmeli olarak saat 11.30 civarında vardım. Neyse ki kayıt masasından edindiğim bilgiye göre program 1 saat gecikmeli olarak ilerliyordu; fazla bir şey kaçırmamıştım. Galata Salonu’nda 20 ve 30 dakika ayrılan sunumlar B 105 Salonu’nda ise 10 dakikalık sunumlar yapılıyordu. 10 dakikalık sunumlara gerektiği halde 1-2 dakikalık ek süre yapılıp yapılmadığını merak ettiğimden önceliği B 105 Salonu’na verdim. İçeri girdiğimde bir doçent bildirisini sunuyordu ve bu bildiri böyle bir kongrede duymayı hiç de istemeyeceğim bazı düşünceler içeriyordu. Bu kişi bildirisinin sonlarına doğru kadına yönelik şiddette kadınların da en az erkekler kadar rolü olduğu gibi ortalama eril algının dışına çıkmayan bazı iddialar ortaya attı. Kaldı ki bu iddialarının sunumun başlığıyla da bir bağlantısı yoktu. Üstelik başını kaçırdığım sunumu 20 dakikadan fazla sürmüştü ve bu sadece benim katıldığım kısımdı. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Sunumun içeriği ve soru-cevap bölümünün olmayışı beni çok kızdırmıştı. Ama öte yandan 10 dakika kuralının katı bir şekilde uygulanmadığını da öğrenmiş oldum. Bir de sunumunun ardından bu doçente plaket verildi. Oysa bildiğim kadarıyla bildiri sunanlara yalnızca katılım belgesi veriliyordu. Sahi, neden bir plaket alacaktık ki?

10 dakika kuralının uygulanmadığını öğrenmem üzerine çay molasında hızlıca bildirimi biraz genişletecek şekilde ikinci bir düzenleme yaptım. Bu sırada tanıştığım bazı akademisyenlerle 10 dakikanın çok yetersiz olduğuna ve katılımın çok düşük olduğuna ilişkin düşüncelerimizi paylaştık. Gerçekten de dinleyici sayısı 10 kişi civarındaydı. Benim bizim ödediğimiz meblağı ödemeyenlerin içeri alınmadığını söylememle konu bu kongrenin ticariliğine geldi. Bu sohbet sırasında bir katılımcı beş kişiye varan çok isimli bildirilerin ağırlıklı olduğuna dikkatimizi çekti. Bu yolla daha büyük bir gelir elde edilmişti. Bu kişi, bildiri özeti gönderme tarihinin çok fazla uzatılmasıyla kongrenin ticarileşmesi arasında da bağlantı olduğunu düşündüğünü söyledi. Bir başka akademisyen arkadaşım ise bildirilerin tam metinlerinin yayınlatılması için bizlere önerilen kongre ile anlaşmalı dergilerin kalitelerinin düşüklüğünden ve sadece bazı alanları kapsadıklarından bahsetti. Gerçekten de örneğin hukuk alanında iki oturum olmasına ve bu alanda pek çok hakemli dergi bulunmasına rağmen bana sunulan seçeneklerden hiçbirisi alanıma ilişkin değildi ve akademik ciddiyetleri de sorgulanabilir dergilerdi. Bildiri metnimi bu dergilere yollamayı düşünmemiştim bile.

Çay molasından sonra bu kez de Galata Salonu’nda yapılan ve programda 20 ve 30 dakika ayrılan bildirileri dinlemeye gittim. Öncelikle bu salonun fiziki şartlarının diğerinden bu kadar farklı olmasına şaşırdım. B 105 Salonu bir derslikti ve bildiri sunanların oturabileceği, notlarını koyabileceği bir masa bile konmamıştı. Sunumlar ayakta, tahtanın önünde ders anlatır gibi ve mikrofon kullanılmadan yapılıyordu. Hoş, katılımcı sayısı o kadar düşüktü ki mikrofona da gerek yoktu. Oysa Galata Salonu bir konferans salonu olarak dizayn edilmişti. Konuşmacıların oturabileceği bir masa veya kullanabilecekleri bir kürsü, mikrofonlar, rahat koltuklar bulunmaktaydı. Görebildiğim kadarıyla bu salonda yaş ortalaması ve akademik ünvanlar da daha yüksekti. Dinleyici sayısı da öyle. Dahası burada da bildiri sunan akademisyenlere plaket veriliyordu! Birkaç bildirinin ardından, bildiri sahiplerinin kongreye davet edildikleri için organizasyona teşekkür eden sözlerinden sonra durumu nihayet anlayabilmiştim. Bu kişiler kongrede bildiri sunmak için başvurmamıştı. Onlar bizden farklı olarak davet edilmişlerdi ve herhangi bir ücret de ödememişlerdi. Onların bildirileri için 20’şer ve 30’ar dakika ayrılmıştı ve üstelik bildiri sundukları için plaket veriliyordu. Ayrıca akademik ünvanlarından dolayı olsa gerek kendilerine verilen süreleri aştıklarında bile neredeyse hiçbir müdahaleyle karşılaşmadılar. Bu güzel salon ilk gün saat 16.15’e kadar onlara ayrılmıştı.

Tekrar B 105 Salonu’na geçtiğimde bu kez bildiriler için ayrılmış 10 dakikalık sürenin katı bir şekilde uygulandığına tanık oldum. Tamamına yakınının doktora öğrencisi ya da asistan olduklarını tahmin ettiğim katılımcılar, çeşitli fedakârlıklar yaparak geldikleri kongrede fiziki koşulları hiç de uygun olmayan bir salonda, 10 kişiyi geçmeyen dinleyicilere, 10 dakika içinde, çok emek verdikleri belli olan çalışmalarını anlatmaya çabalıyordu. Öte yandan programda yer alan sunumların bir kısmı da yapılamadı çünkü bildiri sahipleri kongreye gelmemişti. Ya kongre ücretini yatırarak bütçelerinden bu kongreye yeterince kaynak aktardıkları için gelemediklerini ya da programda yer alarak zaten CV’lerine bu etkinliği yazma şansını elde ettikleri için gelme gereği duymadıklarını düşündüm.

Hevesim kaçmıştı. Bu koşullar altında hala bildiri sunmam anlamlı mı diye epeyce düşündüm. Sonra bunca masrafı yaptıktan ve bu kış vakti onca yolu geldikten sonra bildiri sunmamamın anlamlı olmayacağına; ancak bildirimi sunduktan sonra mutlaka eleştirilerimi dile getirmem gerektiğine karar verdim. Büyük bir üzüntü ve utanç içindeydim. Sunumuma ilişkin tüm heyecanım ve hevesim kaçmıştı. Kendimi çok kullanılmış hissettim. O güzel Galata Salonu’nda 16.15’e kadar olan etkinlikle B 105 Salonu’nda gerçekleşen etkinlik aynı kongrenin parçası olamayacak kadar farklıydı. Akademik hiyerarşilerin bundan daha fazla göze sokulduğu başka bir ortamda yer almadım bu güne dek. Bu kongrenin de akademik bir paylaşım ortamı yaratmak için düzenlendiğini düşünmüyorum o günden beri. Birilerinin ticari ve prestij kaygılarına alet olduğum için utanç duyuyorum. Maddi ve manevi tüm emeklerimden dolayı pişmanım. Ama yaşadıklarım bunlarla kalmadı. Hikayenin gerisine de kulak verin.

Galata Salonu’nda 16.15’ta başlaması planlanan ancak 17.00 civarında başlayan ücretli (!) bildirilerin ilki benimdi. Oturum başkanımız masada yerini almaya hazırlanıyordu ki bir sonraki aynı konulu oturumun başkanı olan yukarıda da bahsettiğim doçent, sıradaki oturumun kendisinin oturumu olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Yine mi bu adam diye düşünürken elinde program olduğunu ve oturumların sırasını karıştırmasının mümkün olmadığını fark ettim. Söz konusu doçent oturum başkanımıza hiç de kibar olmayan bir üslupla oturumu kendisinin yürüteceğini, zaten geç kalındığını ve iki oturumu birleştireceğini söyledi. Ancak bu sırada dinleyici kotluklarında oturan bizlerin de duyabileceği başka bir şey söyledi ki; beni esas yıkan da bu cümle oldu. “Zaten önemli olan buraya kadarki kısımdı. Bundan sonrası dostlar alışverişte görsün.” O ana kadar dert ettiğim her şey birden o kadar anlamsızlaştı ki! İşte karşımızdaki böyle bir zihniyetti. Kongre, davetli konuklar sunum yapsın ve hiç aklımın ermediği bazı faydalar sağlansın diye yapılmıştı. Bu da kongre düzenleyicileri arasında yer alan bir isim tarafından ilk elden ifade edilmişti. Yeni oturum başkanı oturumu başlattıktan sonra bu kez de geç kalındığı için bildirilerin 7 dakika ile sınırlanması gerektiğini söyledi. Salondan gelen itirazlara da hiç aldırış etmedi, asık bir surat çatık kaşlarla oturum başkanın kendisi olduğunu ve bu konuda kendisinin karar verebileceğini bildirdi. Sayın doçentin acelesi vardı, önemsediği kısım bitmişti, kendi bildirisini de yaklaşık 20-25 dakika sunmuştu, sıkıcı bir dostlar alışverişte görsün kısmına zaman mı ayıracaktı? Ve bizler de onun acelesine tabiydik, o kadar!

Oturumun ilk bildirisi benimkiydi. 7 dakikada olabildiğince, temel olarak 1.5 yıllık tez araştırmama dayanan bildirimi sundum. Kronometre ile zaman tutarak yaptım sunumumu. Zaten oturum başkanı 30 saniyelik uzatmalara bile tahammül etmiyordu. Sunumumu bitirdikten sonra onun her türlü müdahalesine rağmen sabahtan beri akademi adına duyduğum üzüntüyü ve utancı ifade ettim. Bu kongrenin akademik hiyerarşilerin en üst düzeyde belirginleştiği ve ticari kaygıların öncelikli olduğu bir etkinlik olduğunu, maaşımın 1/6’sını vererek geldiğim bu etkinlikte, yarım saati aşan sunumların yarattığı sarkmanın benim 10 dakikalık süremin 7 dakikaya indirilmesiyle telafi edilmeye çalışılmasının bir haksızlık olduğunu, fotosentez konusunda değil kadına yönelik şiddet konusunda yapılan bir kongrenin dışarıdan katılımcılara kapatılarak boş salonlara bildiri sunmamızın beklendiğini ve son olarak da akademinin yükünü omuzlarında taşıyan araştırma görevlilerine ve lisansüstü öğrencilerine bu muamelenin reva görülmesini eleştiren kısa bir konuşma yapabildim.

Salonda birkaç dinleyici vardı ve sağolsunlar destek çıktılar ve oturum başkanından sunumları tam olarak dinlemek istedikleri için bize ayrılan 10 dakikalık süreyi vermesini talep ettiler. Ama sayın doçent tekrar kendisinin oturum başkanı olduğunu, kararları kendisinin verdiğini ve 7 dakikada da pekala sunum yapılabileceğini ve bu tartışmalarla zaman kaybettirildiğini söyleyerek azarladı salondakileri. Benden sonraki sunumu yapacak grup birleştirilen diğer oturumda da sunumları olduğundan ve 7 dakikada sunum yapmak istemediklerinden ilk sunumdan feragat ederek ikinci sunumlarına 10 dakika ayrılmasını talep etti. Oturum başkanı bu öneriyi de sinirle reddetti. Herkes sunumunu yapacaktı ve 7 dakikada yapacaktı, o kadar! O öyle buyurmuştu bir kere. Ancak sunum sahipleri sunum yapmamakta kararlıydı ve 7 dakikalarından feragat etmelerine rağmen ikinci sunumlarında 7 dakika kullanabildiler. Bu andan sonra oturum başkanının tek amacının bir an önce oradan ayrılmak olmadığını anladık. Öyle olsaydı bu teklifi kabul eder ve tam 4 dakika kazanırdı. Ancak onun istediği biz kendisinden aşağıdakilerin onun otoritesini tanımamızdı.

Sunumumdan sonra dinlediğim sunumların tamamı uzun süren araştırmalara dayalı değerli sunumlardı. Öğretici oldular ve tam metinlerinin yayınlanmış haline ulaşmayı çok isterim. Çünkü 10 dakikalık bildirilerin apar topar 7 dakikaya indirilmeye çalışılmasıyla pek çok slayt ve cümle atlanmak ya da anlaşılması imkansız bir hızla okunmak zorunda kalındı. Bu arada klişelerden birini gerçekleştiren bildirilerden biri Atatürk’ün sözleriyle bitiyordu. Oturum başkanının takdirini kazanan tek bildiri de bu oldu. Kendisi beğenisini, “7 dakikada da yarım saate bedel sunumlar yapılabiliyor işte” diyerek dile getirdi. Ayrıca açıkça yalan söyleyerek “Profösörlüğüne (!) bir ay kalmış bir doçent olarak kendisine yarım saat ayrılan oturumda 10 dakikalık bir sunum yaptığını” belirterek ikna etmeye çalıştı bizi yaptığının adaletli olduğuna. Oysa yukarıda anlattığım ve programda görülebileceği gibi kendisine 10 dakika ayrılmıştı ve bu süre benim tanık olduğum kadarıyla en az 20-25 dakikaya uzamıştı.

Kongrenin ilk gününün bitiminde bildiri sahipleri, dinleyiciler ve mevzu bahis doçent arasındaki gerginlik devam etti. Salondakiler bir süre çıkmak istemediler çünkü herkesin içinde söyleyeceği bir şey kalmıştı; gördüğümüz muamele içimize sinmiyordu. Oturum başkanı apar topar “sizinle mi uğraşacağım” diyerek salonu terk etti. Bizler de bir süre daha ayaküstü dertleştikten sonra salondan ayrıldık. Kongrenin ikinci gününe katılmak içimden gelmedi. Hatta bir daha ticariliğinden en ufak kaygı duyduğum herhangi bir kongreye davetli olarak bile olsa gitmeyeceğime ve akademik özerkliğin ve bağımsızlığın, akademik paylaşımlara ve karşılaşmalara verilen önemin, kendi fakültemde kendi hocalarımdan edindiğim akademik değerlerin talan edilmesine alet olmayacağıma dair kendime söz veriyorum.

İşte akademiye kariyer odaklı bakışa, performans kriterlerine tam da bu kongre gibi organizasyonlara neden olduğu için karşı çıkmalıyız. İşte örneğin, akademik üretimi arttırmak amacıyla getirildiği söylenen 50/d’li asistanların 33. maddeden görevlendirilmeleri için belli bir sayıda yayın yapma ve bildiri sunma kriterleri akademiyi bu hale getiriyor. İşte akademideki kayırmacılık akademik üretimin niteliğini böyle düşürüyor. Bu mantıkla yetişen akademisyenlerin doçentlik ve profesörlük dosyaları da bu gibi niteliksiz, yalnızca ticari kaygı güden kongrelerde sunulan bildirilerle, bu gibi kongrelerin bildirilerinin yayınlandığı niteliksiz ve sadece yükselme amacıyla kullanılan dergilerde yer alan makalelerle, intihal dolu tezler ve kitaplarla dolu oluyor. Profesyonel kongrecilik anlayışı işte bu şekilde, belli bir zaman diliminde, içeriğinden bağımsız olarak yapılan yayın ve sunulan bildiri sayısını, mutlaka bir süre yurt dışında geçirilmiş olmasını (isterseniz amacı sadece para karşılığı diploma veren bir üniversiteye gitmiş olun, siz yurtdışı yüksek lisanslı, doktoralı olmuş olursunuz) sahip olduğumuz imkânları gözetmeden bize dayatan, hiçbir şeyi ölçmeyen iki test sınavında başarılı olmuş kişilere merkezi atama yoluyla akademisyenlik yolunu açan bu sistemden besleniyor. Akademideki yeri ve ünvanı ne olursa olsun tüm akademisyenlerin bu gidişata acilen dur demesi şart. Aksi halde akademik üretim artsın diye getirilen ve maalesef çoğu akademisyence desteklenen performans kriterleri akademiyi üretimin değil kopyaların arttığı, asistanlardan başka kimsenin çalışmadığı ve onların da emeklerine el konulduğu bir yer haline hızlıca çevirecek ve o gün çok geç olacak.