Aile Problemi Üzerine, (1955)

1- Aile her ikisidir de: hem doğal hem toplumsal ilişki. Toplumsal ilişkilere ve biyolojik soya dayanır, çoğu zaman süre bilinci olmaksızın, ancak kalıcı, nesnel, bağımsız bir şey – bir ‘kurum’ hâline gelir. Durkheim okulunun modern Fransız sosyolojisi, özellikle Marcel Mauss ve Claude Lévi-Strauss, eski görüşlerin aksine, aile için temel olan ensest yasağını sözde doğal veya psikolojik koşullardan türetmemiş, ancak bunu “bütünüyle toplumsal bir fenomen” olarak, esasen sabit mülkiyet yapılarına göre bir mübadele toplumunun ihtiyaçları yoluyla saptamıştır. Bununla birlikte, eğer bu tür sonuçlar doğruysa, o zaman aşina olduğumuz biçimiyle aile, salt doğal bir kategori değil, toplumsal olarak dolayımlanmış bir olgudur. Bu nedenle toplumsal dinamiklere tâbidir ve bilim tarafından cisimleştirilmemelidir. Ailenin toplumsal dinamikleri iki yönlüdür. Bir yandan, geç, tam gelişmiş mübadele toplumunda tüm insan ilişkilerinin artan toplumsallaşması, ‘rasyonelleşmesi’ ve ‘birleşimi’, aile düzeninin -toplumsal olarak kabul edilen- irrasyonel-doğal, kısmi unsurunu mümkün olduğunca geri püskürtmek eğilimindedir. Öte yandan, bu tür ilerici bir toplumsallaşmayla birlikte, daha güçlü bir şekilde kontrol edilen dürtüler, kurumsal kontrollerine karşı daha güçlü bir şekilde isyan eder ve en az direnç gösteren noktadan kırılır. Ancak günümüz toplumunun koşulları altında, aile bu hâle gelmiştir. Bugün aile, uygarlığın ilerlemesi ve evliliğin kutsal iddiasının artık ehlileştiremediği cinsellik tarafından eşit derecede saldırıya uğramaktadır.

2- Ailenin krizi sadece bir çürüme ve çöküş belirtisi olarak görülemez. Aile, yalnızca aile reisinin zayıf kadına ve özellikle de modern çağın eşiğine kadar çocuklara uyguladığı kaba baskının değil, aynı zamanda ekonomik adaletsizliğin, piyasa yasalarına itaat eden bir toplumda ev içi emeğin sömürülmesinin de faturasıyla karşı karşıyadır -aile disiplininin üyelerine dayattığı tüm bu arzu bastırılışları adına bu disiplin, aile üyelerinin zihninde her zaman haklı gösterilmeksizin ve liberal çağın zirvesinde olduğu gibi, bu tür el çekmelerin, örneğin güvenli ve ticarete konu olan mülklerle telafi edileceğine dair pek bir inançları olmaksızın. Özellikle cinsel tabulardan biri olarak aile otoritesinin gevşemesi, ailenin artık geçimi güvenilir bir şekilde garanti etmemesinden ve bireyi giderek daha fazla güçlenen çevreye karşı yeterince korumamasından kaynaklanmaktadır. Ailenin talep ettikleri ile sağladıkları arasındaki denklik tehdit altındadır. Bu nedenle ailenin olumlu güçlerine yapılan her çağrı ideolojik bir anlam taşımaktadır, çünkü aile artık övüldüğü şeyi gerçekleştirmemektedir ve ekonomik nedenlerle de gerçekleştiremez.

3- Toplumsal bir kategori olarak aile, özellikle burjuva çağının başlangıcından bu yana, her zaman toplumun bir aktörü olmuştur. Aile, feodal dönemlerde neredeyse hiç ihtiyaç duyulmayan ve yerini köleler üzerinden doğrudan yönetime bırakan çalışma ahlakını, otoriteyle özdeşleşmeyi tek başına bireylerde üretebilmiştir. Aile, toplumun taleplerini kendisine emanet edilenlerin iç dünyasına tercüme ederek ve kendi iç dünyaları haline getirerek insanı ‘içselleştirmiştir’. Ancak günümüzde bireyin yaşadığı kriz -özerkliğin yerini kolektiflere yönelik uyumun almış olması- aileyi bundan etkilenmemiş kılmıyor. Günümüzde yaygınlaşan insan tipi ile aile biçimi arasında bir çelişki vardır. Philip Wylie tarafından “annecilik” olarak adlandırılan Amerikan anne kültü, ilkel aile güçlerinin yeniliklerini değil, daha yakın zamanda anneler gününde cılız anıtını diken, çürüyen aile ilişkileri deneyiminin kendisine karşı şüpheli bir tepki oluşumunu ifade etmektedir. Geleneksel abartı ve duygusal soğukluk birbirlerine karşılık gelir. Biyolojik birey, atomik birey ve yekpare toplum arasındaki tüm dolayım biçimleri gibi aile de, tıpkı ekonomik dolaşım alanı ya da aileye derinden bağlı olan eğitim kategorisi gibi, ikincisi tarafından özünden yoksun bırakılır. Gerçekte, farkında olmadan da olsa, çoğu zaman yalnızca bütünün işlerini yürüten bir dolayım kategorisi olarak aile, seçkin işlevinin yanı sıra, her zaman yanıltıcı bir özelliğe sahip olmuştur. Ayrıca bir bütün olarak burjuva toplumu, özellikle bireyin bakış açısından keyfi ve mantıksız görünen toplumsal taleplerde bulunduğu ölçüde, bir ideoloji olarak aileye karşı şüpheci kalmıştır. Bu kuşkuculuk, toplumsal ifadesini ilk olarak, ne kadar sönük olursa olsun, gençlik hareketinde bulmuştur. Bugün ailenin olumsuzlanması gerçek bir üstünlük kazanmıştır. Aslında artık güçlü aile ile daha az güçlü olmayan ego arasında bir çatışma yoktur, aksine ikisi arasındaki fark eşit derecede küçüktür. Aile bir baskı gücü olmaktan ziyade bir artık, gereksiz bir bileşen olarak deneyimlenir. Sevildiğinden daha fazla korkulmamaktadır: karşı koyulmuyor, ama unutuluyor ve karşı koyacak ne nedeni ne de gücü olanlar tarafından sadece hoş görülüyor.

4- Aile, kavramın kendisi açısından, kendisini doğal unsurundan, üyelerinin biyolojik bağından kurtaramaz. Ancak toplumun bakış açısından bu unsur yâderk, hatta deyim yerindeyse bir baş belası olarak görünür, çünkü cinsellik de mübadele ilişkisine, alma ve vermeye benzemesine rağmen mübadele ilişkisine tamamen dahil edilmemiştir. Öte yandan, doğal unsurun toplumsal-kurumsal unsurdan bağımsız olarak ileri sürülmesi her zamankinden daha az mümkündür. Bu nedenle geç burjuva toplumunda aile, Evelyn Waugh’nun “Loved One”ında gösterildiği gibi, bize uygarlığın ortasında doğayla olan ilişkiyi hatırlatan ve ya hijyenik olarak yakılan ya da kozmetik olarak hazırlanan cesetten çok da farklı değildir. Aile kültü, özellikle de “iffetli ev kadını ve çocuk annesi” kültü, gerçekte ezilen ve fedakârlık yapmak zorunda kalanlara her zaman gönüllü fedakârlık ve iyilik halesi vermiştir. Ancak her gerçek ideoloji bir yalandan daha fazlası olduğu gibi, bu da bir yalandır. Sadece boyun eğdirilenlere onur bahşetmekle, onlara sonunda insanlık onuru olarak kendi kurtuluşlarını teşvik eden bir saygınlık kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda insanlar arasında gerçek eşitlik fikrini somutlaştırarak gerçek hümanizm kavramına yol açmıştır. Ailenin mevcut haliyle krizi, bu nedenle aynı zamanda insanlığın krizidir. İnsan haklarının tam olarak gerçekleşmesi, ataerkil ilkenin salt bir taklidi yerine toplumun özgürleşmesi sayesinde kadınların özgürleşmesi olasılığını öngörülebilir hale getirirken, barbarlığa, yalnızca ailenin sonunda kalmış gibi görünen o salt doğa durumuna, kaosa geri dönüş de daha az öngörülebilir değildir.

5- Ailenin çöküşü, geçici bir çağdaş olgu değil, büyük bir toplumsal eğilimin ifadesidir. Ibsen’in Nora oyununun 70 yıl önce yarattığı tarifsiz his, ancak bir kadının artık sadece ataerkil tasarrufun bir nesnesi olmamak ve kendi kontrolünü elinde tutmak için kocasını ve çocuklarını terk etmesi imgesinin yarattığı şokla açıklanabilir. O dönemde, Ibsen’in özgürleşme dramının arka planını oluşturan ekonomik üretici güçlerin serbest bırakılması, aileyi zaten en üst düzeyde tehdit ediyordu. Ailenin yine de kendisini ayakta tutması, her şeyden önce, doğal haklılığının görünümünü elde etmek için aile gibi irrasyonel kurumların yardımına ihtiyaç duyan rasyonel toplum ilkesinin kendisinin daimi irrasyonelliğinden kaynaklanıyordu. Ancak toplumun dinamikleri, toplumla uyumsuz olduğu kadar topluma içkin ve uyumlu olan ailenin uyumsuz bir şekilde ayakta kalmasına izin vermedi. Almanya’da, en azından ilk enflasyondan ve kadınların profesyonel işlerinin hızla yaygınlaşmasından bu yana aile, kendi krizine ulaşmıştır. Bu nedenle, çok okunan bir Amerikan kitabında olduğu gibi, Nasyonal Sosyalizm için ataerkil Alman aile yapısını suçlamak yanlıştır. Bu tür psikolojik açıklamaların temel yetersizliği bir yana, Hitler hiçbir şekilde inşasını köklü bir aile otoritesi geleneği üzerinde gerçekleştirememiştir. Özellikle Almanya’da, bekaret, birlikte yaşamanın yasallaşması ve tek eşlilik gibi tabular 1918’den sonra muhtemelen Katolik-Romanesk ülkeler ile Püritenizm ve İrlanda Jansenizmine batmış Anglosakson ülkelerinden çok daha fazla sarsıldı – belki de arkaik karışıklığın hatırası Almanya’da tamamen burjuva Batı dünyasından daha inatçı bir şekilde hayatta kaldığı için. Ailenin sosyal psikolojisi açısından Üçüncü Reich, artık var olmayan bir aile otoritesine bağlı olmaktan ziyade, onun abartılı bir ikâmesini ifade eder. Eğer Freud’un “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi” teorisi doğruysa, ki buna göre baba imago’su ikincil gruplara ve onların liderlerine aktarılabilir, o zaman Hitler Reich’ı böyle bir aktarım modelini sunar ve otoritenin şiddeti ve buna duyulan ihtiyaç Weimar Cumhuriyeti Almanya’sında neredeyse yokluğu tarafından çağrılır. Hitler ve modern diktatörlükler, psikanalist Paul Federn’in terimini kullanırsak, gerçekten de “babasız bir toplumun” ürünüdür. Bununla birlikte, baba otoritesinin kolektife devredilmesi otoritenin iç yapısını ne kadar değiştirir; Orwell’ın Büyük Birader dediği şeyi değil de babayı hâlâ ne ölçüde temsil ettiği tartışmaya açıktır. Her halükarda, ailenin krizini otoritenin çözülmesiyle bir tutmak anlamsız olacaktır. Otorite gittikçe daha soyut hale geliyor; ama aynı zamanda gittikçe daha insanlık dışı ve amansız oluyor. Devasa, kolektifleştirilmiş ego ideali, özgürleşmiş bir egonun şeytani antitezidir.

6- Aile bugün hala gerçek işlevlere sahip olduğu ölçüde, direncini korumaktadır. Örneğin baba, anne ve büyük çocukların bir gelir elde ettiği daha büyük ailelerde, ortak bir evi idare etmek, her birinin sadece kendi başının çaresine bakmasından daha zahmetsizdir; bu nedenle aynı çatı altında kalarak içsel bir bütünlüğü korurlar. Ancak ailenin bu rasyonelliği sınırlıdır; kentte neredeyse sadece tüketim alanını kapsamaktadır. Çok sayıda araştırmanın sonuçlarına göre, aile emeğinin serbest ücretli emekten daha ucuz olduğu kırsal kesimde, evlatlar aile mülkünde çalışmak için aldıkları ‘düşük ücrete’ isyan etmeye başlar ve başka mesleklere göç eder. Her halükârda aile, hatta hala nispeten sağlam olan aile bile, derin yapısal değişimler geçirmektedir. Bir sosyolog, ailenin biçiminin yuvadan benzin istasyonuna dönüştüğünü uygun bir şekilde formüle etmiştir. Bu belki de en çarpıcı şekilde eğitimin işlevinde görülebilir. Belli ki bu artık aile tarafından yeterince yerine getirilmiyor, çünkü çocukların ebeveynlerinin imgeleriyle gerçekten özdeşleşmelerini sağlayan içsel ikna edici güçten yoksunlar. Bugün üst sınıflardan gelen çocuklar hakkında bile evden ‘hiçbir şey almadıkları’ tekrar tekrar duyuluyorsa ve bir üniversite hocası olarak, gerçekten deneyim kazandıran bir eğitim alınabildiğini gözlemlemek gerekiyorsa, bunun nedeni iddia edildiği gibi demokratik kitle toplumunun tesviye edilmesi ve kesinlikle bilgi eksikliği değildir, ailenin bir çocuğun yeteneğini yalnızca sessizlik içinde geliştirebilen koruyucu ve besleyici anı kaybetmiş olmasıdır. Ancak şimdiki eğilim, çocuğun sağlıksız bir içe kapanma olarak bu tür bir eğitimden uzak durması ve sözde gerçek yaşamın taleplerine, bunlar daha kendisine sunulmadan çok önce uyum sağlamayı tercih etmesi yönündedir. Bugün bireyleri sakatlayan ve bireyselleşmelerini engelleyen belirli hayal kırıklığı anı [Versagung] artık aile yasağı değil, aile delik deşik oldukça artan soğukluktur.

7- Olağandışı koşullarda ve bunların uzun süreli sonuçlarında, örneğin mülteciler söz konusu olduğunda, aile her şeye rağmen güçlü olduğunu, birçok durumda hayatta kalmanın güç merkezi olduğunu kanıtlamıştır. Kendini korumanın en ilkel doğal koşullarına geri atılan aile, kendisini bunun gerçekleşmesinin yeterli bir biçimi olarak göstermiştir. Ancak nasıl ki geriye atılmak toplumsal üretkenlik durumuyla son derece çelişiyorsa ya da insanlığın ilerlemesi için ödemek zorunda olduğu bedelin acımasız figürlerinden biriyse, muhtemelen ailenin rönesansı da kendisini böyle bir gerilemeye borçludur. Bu, ölmek üzere olan adamın el yordamıyla annesini aradığı dokunaklı, aciz bir jestle karşılaştırılabilecek bir gerileme olgusudur. Yenileyici bir güç olarak böyle bir gerilemeye bel bağlamak, aşırı tehlike altındaki askerlerin Tanrı’ya yakarışlarından dini bir yenilenme ummaya benzer. Tam tersine: ailenin büyük ölçüde irrasyonel olan doğal ilişkilerinin, bu şekilde hayatta kalmanın aslında daha kolay olduğunu gösteren bir rasyonalite ile meşrulaştırılması, tam da kendisinin yücelttiği irrasyonel öze rasyonel olarak saldırır. Aile dışındaki toplumsal formların hayatta kalmak için aileden daha elverişli hale gelmesi ve sonsuzluğundan vazgeçmesi durumunda, bu tür bir mantık silsilesinin ortadan kalkması gerekecektir. Ailenin kutsal niteliğinden şüphe duymak, ancak insanlar adına iyi olduğu için kutsallığı savunmak pek ikna edici değildir. Dahası, Darmstadt Toplum Araştırması[1] gibi çalışmalar, genel olarak sarsılmış olan aile kurumunun olağanüstü hâl dayanışması sayesinde sadece kısa bir süreliğine güçlendiği varsayımına yol açmaktadır. Boşanmaların yanı sıra ‘yarım kalmış’ ailelerin sayısı da savaş öncesi seviyenin çok üzerindedir. Genellikle ailenin çöküşünün bir belirtisi olarak kabul edilen çocuksuz evliliğin bir ön koşulu olan kendini ‘çekirdek aile’ ile sınırlama eğilimi artık sadece üst sınıflar için geçerli olmayıp, nüfusun genelinde gözlemlenebilmektedir. Kırsal kesimde, tek bir ailenin aksine arkaik çok nesilli aile, gözle görülür bir şekilde geriliyor gibi görünüyor. Her yerde aile ilişkilerinin geleneksel unsurları yavaş yavaş “rasyonel” olanlarla yer değiştirmektedir. Aile, hayatı kolaylaştırma derneğine dönüştürüldükçe son gelişmelere kadar kendisine değişmez olarak atfedilen “birincil” grubun özelliklerini daha fazla kaybetmektedir. Savaş ve savaş sonrası yılların bazı olguları şüphesiz tüm bunları geciktiren bir etkiye sahiptir; ancak genel olarak bakıldığında, olağanüstü durumların genel toplumsal eğilimleri pekiştirme eğiliminde olduğu aile için de doğrudur; bu ailelerde olduğu gibi, içeriden yavaş yavaş oluşan şeyler genellikle dışarıdan bir anda dayatılır.

8- Ailenin geleceğine ilişkin spekülasyonlar neredeyse engelleyici zorluklara maruz kalmaktadır. Aslında aile bir bütün olarak toplum süreciyle bu kadar iç içe geçmişse, kaderi de kendi kendine yeten bir toplumsal form olarak kendi varlığına değil, bu sürece bağlı olacaktır. Dahası, aileye uygulanmış olan içkin gelişimsel eğilim kavramı bile cisimleştirilemez. Örneğin, ekonomik gelişmelerin kendi yasallıklarından farklı bir yön alabilmesi gibi, ekonominin güçlerinin bilinçsiz oyunu iyisiyle kötüsüyle planlı bir şekilde kontrol edilir edilmez, şu düşünülebilir: örneğin, totaliter diktatörlüklerin yeniden devreye girmesiyle, ailenin “eğilimi”, ister onarıcı olarak, ister hızlandırılmış çözülme yoluyla, kendisi ile toplumsal atomlar arasında bir ara otoriteye artık müsamaha göstermeyen radikal devletçi kontrol lehine değişir. Bütüncül bir devlet, bu iki uyumsuz olasılığı bir araya getirmekten bile çekinmek zorunda kalmayacaktır. Şu kadarı kesin görünüyor ki, ailede kendini insani olarak, özerkliğin, otonominin, özgürlüğün ve deneyimin bir koşulu olarak kanıtlamış olan her şeyin muhafazası, sadece modası geçmiş özelliklerden vazgeçerek korunamaz. İnsanlığın kendisinin olgunlaşmadığı, insan haklarının çok daha temel ve evrensel anlamda tesis edilmediği bir toplumun ortasında ‘eşit statüde’ bir ailenin gerçekleştirilebileceğini düşünmek muhtemelen bir yanılsamadır. Ailenin koruyucu işlevini muhafaza etmek ve üyelerini, tüm kurumlarına iletilen dolaylı ya da doğrudan toplumsal baskılarla dolu bir dünyadan korumak zorunda olduğu sürece disipliner özelliklerini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Aile, özgürleşmesi için çaba sarf eden her şey gibi aynı şeyden muzdariptir: bütünün özgürleşmesi olmadan ailenin özgürleşmesi mümkün değildir. Bununla birlikte, özgür bir dünyada, Wilhelm Meister’ın “sürenin sağlam düşüncesi” dediği şeyde salt doğal ilişkinin toplumsal bir yüceltilmesi olan bir özgürlük ailesi düşünülebilir; içinde askıya alınmış olan doğaya şiddet uygulamadan, barbarlığın karşısında duran bireylerin yakın ve mutlu bir arada yaşama biçimi. Ancak böyle bir aile, diğer toplumsal ütopyalar kadar az hayal edilebilir.

Çeviren: Bartu Şanlı

Kaynak:https://endnotes.org.uk/posts/theodor-adorno-on-the-problem-of-the-family-1955

trans. Jacob Blumenfeld

Esssential Source: “Zum Problem der Familie”, In: Gesammelte Schriften 20.1, Vermischte Schriften I: 302–310. Frankfurt a.M.: Suhrkamp, 1986


[1] Bu araştırmalar, anketler sonucunda değerlendirmelerde bulunmaktadır ve kıstaslarından bazıları şunlardır: kişinin mesleği, ailesinin meslek kariyeri, ailenin kaç arabaya sahip olduğu, bir aile olarak ne kadar etkinliğe katıldığı vb. Şehirdeki etkinliklere ve sivil toplum örgütlerinin yönettiği kulüplere katılmanın, aileye dair onarıcı bir anlam ifade ettiğine yönelik genel araştırmaları bulunmaktadır. (ç.n.)