“Felsefe her şeyden daha ciddidir, ama yine de o kadar ciddi değildir.” Theodor W. Adorno’nun bu cümlesi, Adorno’nun yarattığı etkiye dair bir motto olabilirdi. Adorno alışıldık oyunlara katılmaz, kendi oyununu oynar. Akademik söylemin teamüllerinden sakınır. Bilimsel ve ekonomik alandaki dizginsiz ilerlemenin bereketine inanmaz. Toplumsal yaşamın uzlaşımlarından şüphe duyar. Toplumun örgütlenişine karşı güvensizdir. Yine de felsefenin yaşama yönelik desteği ve yönlendiriciliği sayesinde okurlarının her şeyi daha iyi hale getireceğine dair inancı tamdır –en azından tekil bireyler için-. Adorno neredeyse her zaman tüm bu düzlemlere aynı anda müdahale eder. Hegel ve Marx’tan, Nietzsche ve Proust’tan, Freud ve Benjamin’den ilhamla, toplumsallaşma biçimiyle nefes alınacak havayı gasp ettiği tescillenmiş olan modern yaşamın en mikrodan en makro olana yayılan bir anatomisini çıkarır.
Adorno’nun süregiden güncelliği onun düşünme tarzında yatar. Sanatçı, eleştirmen ve kuramcı olarak sahip olduğu yetenekler sayesinde çalışmaları özel bir yazma tarzını takip eder. Onun metinlerindeki tekil cümleler ya da paragraflar, Platon’da veya Wittgenstein’da olduğu gibi, bağlamın bütününün anlamaya yönelik olarak sunduğunu asla doğrudan dile getirmez. Neyin anlatıldığına ulaşmak, yazarla birlikte düşünmekte olan okurun alımlamasına bırakılmıştır. Adorno kesin bir bilgiyi reddederken, çelişkiler tarafından parçalanmış bir çağın defterinde karmaşık görüşleri birleştirmeyi dener. Böylece seyircileri sanki Samuel Beckett veya Thomas Bernhard okuyorlarmış gibi yıldırıcı tiratlarıyla yalnız bırakır.
Bu üslubuyla Adorno, “Büyük Uçurum Oteli”nde[1] kendine rahat bir yer yapan ve uslanmaz olumsuzculuğunun normatif koşullarını ortaya çıkarmayı düşünmeyen “büyük reddiyeci” ününü tescillemiştir. Adorno hakkındaki bu önyargının en güzel ifadesi, Thomas Mann tarafından 1952 yılında Zürich’ten, Amerika sürgünündeki Theodor W. Adorno’ya yazılmış olan mektuptaki bir iç çekişte bulunur: “Keşke siz saygı değer beyefendide, talep ettiğimiz gerçek toplumun yalnızca belli belirsiz bir hayalini dahi bahşedebilmiş tek bir olumlu kelime bulunsaydı!” Adorno bu suçlamaya karşı tavır alarak yanıtlar: “Eğer bana Hegel’den ve onu ayakları üzerine oturtanlardan biraz kan ve can miras kaldıysa, o da olumlunun dolayımsız ifadesine karşı duran bir çileciliktir; hakiki bir çilecilik. Bana inanın, çünkü benim doğama başka türlü, özgürce ifade edilmiş bir umut çok daha yakındır.” Fakat Adorno felsefi ve siyasal değillemenin “olumludaki tek kuvvet” olduğunu da teslim eder. “Bu umudun bizim çağımızda olması gerektiği gibi tecelli edip etmeyeceğini, veya çileciliğin son sözü söyleyip söylemeyeceğini bildiğimi sanmıyorum, (…) fakat kalbimin bir köşesinde elbette hala bunun mümkün olacağına inanıyorum.”
Yıkıcı Olana Dair Anlam
Adorno’nun burada karşısına aldığı, asla olumlu belirlemelerin bizatihi kendileri değildir. Aksine kötü durumu basitçe iyinin teselli edici temsilinin karşısına koyan, olumluya dair dolayımsız verilerdir. Bugün Adorno’nun çalışmaları okunduğunda medya, kültür ve toplum eleştirisinin neredeyse her mecrasında Almanya’nın bilincine kazınanlar yeniden bulunur: Ticaret ve tüketime, manipülasyon ve gözetime, gerileme ve kısıtlamaya yönelik sonlanmayacağı aşikâr olan yakınma. Fakat Adorno’da bu eleştirel gösteri; toplumsal bağlamın yıkıcı, saçma, anarşist uğraklarına dair şüpheci bakışla daima iç içe geçmiştir. Bu gösteri, yabancılaşmamış Dasein’ın olanağını göstermek için günümüzün fosilleşmiş yaşam ilişkilerini gözler önüne serer ve kavramlar aracılığıyla onları dans ettirir. Adorno, “yönetilen dünya”nın karşısına dışardan soyut bir ideal veya ütopik bir karşıt tasarım dikmeksizin, her zaman ondaki özgürleştirici enerjileri keşfetmekle ilgilenir. Bu yüzden Adorno’nun genellikle karanlık olan tespitleriyle bu tespitlerin normatif sonuçlarını birbirinden ayırmak gereklidir. Tespitleri büyük ölçüde olumsuz olsa da bu tespitlerin ele alınışı olumsuz değildir. Çünkü onlar her şeye rağmen direnme yeteneğini ve bununla birlikte işlevselleşmiş topluma tam aidiyetlerine karşı duran öznelerin kendilerine yükledikleri anlamı hesaba katar.
Adorno’nun içsel eleştirisinin çıkış noktası modern yaşamın aşırı fenomenolojisidir. Kendi deneyiminden yola çıkarak sadece kendi deneyimi hakkında konuşmamayı dener. Çoğu insan için veya herkes için, anlayışların ve ilişkilerin ne kadar yıkıcı olabileceğini keşfeder. Adorno’nun felsefesinin sesi, diğer herkesin arasında var olan biri olarak kendini anlayan ve bu yüzden kendini anlarken kendiyle baş başa kalması mümkün olmayan bir öznenin sesidir.
Adorno’nun metinleri hem aşırı aktivizme hem de kapitalist yaşam biçimine ve onun felsefi anlamına yönelik öfkeli eleştiriye bağlı olan bu tavrın süreğen icrası olarak okunabilir. Adorno için özgürlüğün gerçekleşmesinin ne ölçülemez şekilde artan doğaya hükmetmeyle ne de bireysel güç kazanmayla ilişkisi vardır. Kendiyle ve dünyayla ilişkisinde hükmetme amacına karşı mesafe koyanlar, “derin düşünmenin uzun bakışı” için zaman ve mekân kazananlar özgür bir yaşam sürmeye olanaklıdır. İnsanların ve şeylerin bu olası “gelişim”i alışıldık sınıflandırmaları geçersizleştirir. Bu aynı şekilde kuramsal, etik ve estetik bir gelişimdir. Bu gelişimde aynı zamanda özel olana dair bilgi olanaklı hale gelir. Böyle bir bilgi özel olana yönelik bir dikkati de içerir ve özel olanın tam mevcudiyeti içinde gelişimi görünür kılar. Adorno’nun sözünü ettiği “hakikat mutluluğu”, nesneleri kavramlar altına sokan değil, kendi tekil kavranışlarında ele alınabilecek şekilde onlara seslenen bir bilme durumudur. Bu hakikat mutluğu, hakikatin içindeki mutluluğun ne olduğuyla en sıkı biçimde bağlıdır: Her iki tarafın da birbirine özgürce davranabildiği, karşıdakine yönelik bir davranış. Adorno bu tür ereksiz ilişkilerde modern toplumların durumuna yönelik eleştirisini motive eden ve taşıyan, direngen “deneyim çekirdeği”ni bulur.
Doğru Olandaki Yanlış Olan
Böylelikle yazarın düşüncesinin “uslanmaz olumsuzlamacı” klişesini ne kadar az hak ettiği görülüyor. Minima Moralia’nın 18.inci aforizmasının sonunda “yanlış yaşamda doğru yaşam yoktur” derken Adorno aynı zamanda hem iyi bir yaşamın deneyiminin hem de kavramının olanağını varsayar. Aksi takdirde kimse yanlış yaşamın yanlışlığını da bilemezdi. Bu yüzden “yanlış”taki “doğru”nun parçalarına dokunmak, Adorno’nun toplum eleştirisinin altındaki belirleyici itkiyi kurar.
Fakat yanlış yaşam hakkındaki bu ünlü veya kötü üne sahip cümle, okuyucuları yanıltmaması gereken bir abartıyı daha içerir. Doğru yaşam fikri yanıltıcıdır fakat yanlış değildir. Yargılar ve eylemler, planlamalar ve stratejiler, bilgiler ve açıklamalar doğru ya da yanlış olabilir – fakat bir yaşamın akışı ve icrası doğru ya da yanlış olamaz. Burada söz konusu olduğu haliyle doğru ve yanlış, benzerleri içeren kıyaslamalara dönüşürler. Kişiler yaşamları süresince uygun koşullar altında dahi olsa bu kıyaslamayı yapmayı yalnızca az çok başarırlar. Herhangi bir şey yapabilmeksizin veya aşırıya kaçmaksızın bunu başaranlar da nadir değildir. Bu bir kere başarıldıysa da artık yapılacak bir şey yoktur. İnsan sadece bir kez bile olsa göz göre göre iki sevgili, iki iş, iki şehir, iki arkadaş veya iki evlat arasında kalmış olmaya, karşıt beklentilerden birine yönelmeye veya bir araya gelmez olasılıklardan biri için hazır bulunmaya mahkumdur. Bu tür olağan karar verme durumları karşısında insanın her şeyi doğru yaptığına, en iyiyi seçtiğine, hiçbir şeyi kaçırmadığına ve kimseyi incitmediğine inanması derin bir körlüğü şart koşar. Pişmanlık ahlaka olduğu gibi varoluşsal kendini gerçekleştirmeye de pişmanlık duymaksızın aittir.
Aynı şey “doğru ve adil bir gerçeklik”e dair düşünceler için de geçerlidir. Yekpare anlaşılmaması gerekse de, “özgürleşmiş toplum”da her şey saf halde gibidir. Adaletin anlamı ve kapsamı, ona dair praksis ve politikayla hesaplaşmak tam da gündelik düzende olmalıdır. Tarihsel koşullar altında her defasında en uygun ilişkiler altında yaşamaya dair kesinlik adil bir sosyal düzenin başlangıcı değil, sonudur. Sadece bireyler değil toplumlar da –yönetici normlar, süreçler ve kurumlar- kendilerini dokunulabilir kılmalıdır. Neyin doğru olduğu ve doğru olan diye bir şeyin var olup olmadığı –ister bireysel yaşam sürmede ister toplumsal örgütlenmede- uyanık bir politik praksis açısından hep yeniden sorgulanmalıdır. Adorno’nun sözleriyle: “Yaşam doğrudan kendi belirlenimini gerçekleştirdiğinde belirlenimini kaybeder.”
*Yazının orjinali www.philomag.de sitesinde yayınlanmış, yazarın ve derginin izniyle Almancadan Türkçeye çevrilmiştir. Yazının orjinali için link: https://philomag.de/adorno-und-das-falsche-leben/?fbclid=IwAR1lCHjXWxee5…
*1. Resim: CC-by-SA 1.0 Arturo Espinosa
*2. Resim: CC-by-SA 3.0 Jshapiro
[1] “Büyük Uçurum Oteli” ifadesi Georg Lukacs’ın Adorno ve Horkheimer’e yönelttiği, politik praksisten kopuk olma eleştirisinde kullandığı bir ifadedir. Kötümserlerin oturduğu bir tür “sırça köşk” olarak da okunabilir. (ç.n.)