Acının Tazeliğinde Feminizme Yönelik Bazı Önyargılar Üzerine

Özgecan’dan kötü haber aldığımızdan beri her gün sosyal medyada Türkiye’deki kadınların yaşadıkları sorunlar tartışıldı. Belki böylece bu zamana kadar gizlenen birçok hikâye de gün yüzüne çıktı. Sadece gündelik deneyim aktarımları değil, teorik tartışmalar da yapıldı, onlarca yazı yazıldı. Bu teorik tartışmaların en çok yoğunlaştığı mesele ise erkeklerin feminizm ile olan ilişkisiydi. Erkeklerin şiddet karşısındaki tutumları, şiddete katkı sundukları noktalar, özeleştiri imkânları ve feminist/profeminist erkekler sıkça ele alındı.

Kadınların halihazırda yaşayageldikleri tüm korku ve öfkeyi yeniden ve daha şiddetli bir şekilde hatırlatan Özgecan Aslan cinayeti, pek çok kadında erkeklere ilişkin bir tepki doğurdu. Bunun en büyük sebebi, faillerin hep erkekler olması dolayısıyla gündelik hayatta erkeğin hep bir tehdit unsuru olarak görülmesinin yanında kadınların yaşadıkları korku ve öfkenin erkekler tarafından hafife alınması veya sıradanlaştırılmasıydı. Kadınlar bu son bir hafta hiç olmadıkları kadar birbirine yakın hissettiler kendilerini ve belki de erkeklere uzak gözlerle baktılar. Eylemlerde erkeklerin katılmasını istememeleri mazisi olan bir tartışmanın yanı sıra bu hislere de dayanıyor. Bu konuda feministler içinde de farklı görüşler dile getirilmiş olsa da kadınların acılarını kendi kendilerine yaşamak, isyanlarını kendi bağırlarından çıkarmak ama erkekler tarafından anlaşılmak istemeleri de doğal. Bu kendi kendine kalma talebi ve olayın sıcaklığının verdiği o refleksif öfke ise, bazı erkekler tarafından “erkek düşmanlığı” olarak yorumlanırken, bazı erkekler, buna saygı duyarak kendi örgütlenmelerinde kendi tepkilerini duyurmaya, yaslarını ve isyanlarını yaşamaya, kendi erkekliklerini sorgulamaya ve çorbadaki tuzlarını kabul etmeye çalıştılar, gocunmaksızın. Dolayısıyla feminist erkeklerin de varolabileceğini, erkeklerin şiddet uygulamasının toplumun örgütlenişinin temelindeki toplumsal cinsiyet kalıplarından kaynaklandığını ve bunun sadece kadınların sorunu olmadığını, erkeklerin erkekliği sorgulayarak hegemonik erkekliğin tahakkümünü kırabileceğini dile getirdiler. Feminist teorinin ve queer çalışmalarının özellikle son yıllarda yoğun olarak ele aldığı erkeklik sorununun önemsenmesi gerektiğini savundular.
Feminizmi Türkiye’deki klasik anlayışa uygun olarak genelleyip “erkek düşmanlığı” olarak gören taraf ise, sosyal medyada rastlanılan şekliyle kadınların “herkes çorbadaki tuzunu düşünsün” çağrısına karşı hemen “ben bu çorbadan değilim”, demeye getiren üstten bir dil sergiledi. Dolayısıyla bir savunma refleksiyle önce nasıl yaşıyor ve düşünüyorlarsa öyle yaşamaya ve düşünmeye devam etme konusunda kararlıydılar. Bu kişiler, sanki feminizm toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ekonomik boyutunu göz ardı ediyormuş gibi sorunun yalnızca ekonomik ve altyapıya ilişkin olduğunu, erkekliğin kötü tezahürlerinin de sadece bu sebepten doğduğunu savundu. Olan bitenleri ekonomiye veya kapitalizme indirgeyerek okumakla, hali hazırda duruma böyle bakan erkeklerin erkekliğe getirilen tüm eleştirilerden muaf tutulması arzusu ortaya çıktı. Cinayete de “nesnel” bir soğuklukla bakarak kadınların öfkesini de en hafif ihtimalle “naiflik” ya da “trajediseverlik” olarak yorumladılar. Herkesin kendini dönüştürmesi gereğini kabul etmeyen ve “çorbanın dışında olduğunu düşünenler”, feminist erkekleri de kadınlara kendilerini “şirin göstermeye çalışan” insanlar olarak görüyor ve küçümsüyorlar. Feminizmin on yıllar boyunca geçirdiği aşamaları, tartışmaları görmezden gelerek, neredeyse kadın sorunlarının baş sorumlusu olarak feministleri damgalıyorlar. İşin kötüsü bunu tam da bugünlerde yapmaları…Muhafazakarlığın Özgecan eylemleri üzerinden feminizme saldırmasıyla eş zamanlı olarak entelektüel ve solcu erkeklerin de feministleri ve profeministleri -yapıcı bir şekilde eleştirmesi değil- adeta yargılaması… Daha bugün feministler “dinden ve medeniyetten anlamayan” insanlar olarak itham edildi. Türkiye gibi feminist hareketin ve kadın mücadelesinin bin bir engelle karşılaşarak yol aldığı ve önyargılarla boğuştuğu bir iklimde, henüz acılar tazeyken asıl gündem, ne gariptir ki teorik tartışma yapıyormuş gibi yaparak – ve bunu hiçbir feminist kurama ya da düşünüre referans vermeden yaparak- tüm feministlerin “erkek düşmanı” ve “biyolojik indirgemeci” olması olarak belirleniyor. Bu tavrın amacının üzüm yemek mi bağcı dövmek mi olduğu ayırtedilemiyor. Buradan hareketle Özgecan cinayeti üzerinden kadınların tepki göstermesini, “biz de üzüldük ne var?” diyerek kendi tepkileriyle eşitliyorlar. Hatta bu mevzunun abartıldığı yönünde kanaat gösterenler de hiç az değil. Tüm bu söylediklerimi son bir hafta içinde sosyal medyada, haber ve yorum sitelerinde okuduğum şeylerden damıtarak söylüyorum.
Olayın trajikliğini herkes kabul ediyor ve herkes topyekün olarak yaslı ve acılı olduğunu söylüyor; hatta geçmişte cinsiyetçi sözleriyle bilinenler bile bugün karalar bağlamış durumda. Ancak sokakta yürümek, eve sipariş vermek, minibüse binmek gibi basit gündelik edimlerde bile can korkusu ile yaşayan birinin acısı ve öfkesiyle hemcinsleri bu korkunun sebebi olan kişilerin acısı birbirine eşitlenemez. Olayı kınayan kendini aklanmış sayıyor. Kuşkusuz bu herkeste uyanmış görünen “bilinç” bile iyi bir şey ama feminizme karşı önyargılar sürdükçe pek de kalıcı olmayacağa benziyor.
Özgecan cinayetinden yola çıkarak kendi erkekliğiyle hesaplaşmaya girişen ve acısını kendisini o kamusal erkeklikten azade görmeyerek ifade edenlere ise böyle bir ortamda sabır ve azim dilemek lazım.
Özgecan, ilk değil ve ne yazık ki son da olmayacak gibi görünüyor. Kadınların hafızalarında hem kendi hayatlarından hem üçüncü sayfa haberlerinden kalma böyle binlerce hikâye var. Kadın olmadığı için şiddet tehdidinin ve muhafazakârlaşmanın baskısının yarattığı hisleri tam olarak anlayamayacak da olsa, kendi uğradıkları başka tahakkümleri ve sürekli “ezen ve muktedir” olmaya yazgılı olmayı reddeden erkekler var. Tersinden, kadın olduğu halde bu hisleri hissetmeyen, kendini eril tahakküm zincirinin bir halkasına ait gören kadınlar da var. Ama bu ikisi arasındaki fark kimin minibüse bile bibergazı taşıyarak bindiğinin cevabında ortaya çıkıyor. Kadını eril bilinç kurtarmıyorken erkekler, kendi erkekliklerini sorguladıkça kadınlar için de kendileri için de daha yaşanılası bir dünyaya katkı sunuyor. Bu yüzden feminizmi, tokatlama ya da küçümseme güdüsüne düşmeden aslında birçok kadının da hali hazırda yaptığı gibi yapıcı bir şekilde eleştirmeye, feminizmin “erkek düşmanlığı” olarak görülmesine karşı durmaya, böyle anlaşılmasına imkan verecek ifadeler konusunda dikkatli olmaya, erkeklik çalışmalarını desteklemeye ve çoğaltmaya ihtiyacımız var. Acıya ortak olma konusunda samimi olan erkekler bunu yapıyor ve kadınlar bu erkeklerle beraber yürümeyi istiyor. “Feministlerden öğrenecek değiliz” tavrında olanlar ise kendilerini içinde kaynadıkları çorbanın dışında sanıp, bir gurme edasıyla her şeyden muaf bir şekilde konumlandırıyor güya. Onlara “Afiyet olsun!” diyelim ve işimize bakalım. Daha kazanacağımız bir yaşam var.