
“Yaşam dünyayı savaşla değil ağ kurarak ele geçirdi; yaşam formları sadece birbirini öldürerek değil, diğerleriyle birlikte çalışarak çoğaldı ve daha karmaşık hale dönüştü.”[1] Bu sözün sahibi biyolog Lynn Margulis, simbiyozun ─ortakyaşamın─ evrimdeki önemini göz önüne seren araştırmalarıyla, sadece biyolojide değil farklı bilimsel alanlarda da yeni bir bakış açısı yaratmış ve hatta felsefede farklı yaklaşımların geliştirilmesine kapı aralamıştır. Felsefe tartışmalarında Humberto Maturana, Francisco Varela ve Donna Haraway aracılığıyla daha sık duyulan simpoiesis kavramının kaynağıdır simbiyoz.
Dünyaca ünlü gökbilimci Carl Sagan ile 1957-1964 yılları arasında evli olan ve yıllarca onun gölgesinde adı pek anılmayan Lynn Margulis, aslında astrofiziğin gölgesindeki biyoloji araştırmalarının ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Canlılığa ve yerküreye dair heyecan verici keşiflere rağmen, insanın uzaya ve başka gezegenlere hayranlığı daha fazladır. Farklı gezegenlere gözünü diken insan kendi gezegeninde olup bitenleri pek önemsemez hale gelmiştir; burnunun ucundaki örümceğin ağ dokuması ya da sudaki tardigradlar pek de cazip değildir.
1938 yılında Chicago Illinois’da dünyaya gelen Lynn Alexander onaltı yaşında Chicago Üniversitesi’nde genetik okumaya başlar. Fizik alanında lisansüstü öğrenimine devam ederken ondokuz yaşında, gökbilimi alanına yönelik ilgiyi artıran ve uzay araştırmalarının popülerleşmesine katkıda bulunan Carl Sagan ile evlenir. Bu evliliği 1964’te sona erdikten sonra 1965’te California Berkeley Üniversitesi’nde doktorasını tamamlar. 1967’de kimyager Thomas Margulis’le evlenen Lynn’in iki evliliğinden dört çocuğu olur ve evlilikleri süresince iki kere işini bırakmak zorunda kalır. Hem çalışan bir kadın hem de anne olmanın zorluklarını yaşayan Lynn Margulis işinden ayrıldığı sürelerde de araştırmalarından tamamen kopmaz. Evrimsel biyoloji alanında önemli bir bakış açısı değişimi yaratacak olan makalesi bilimsel dergiler tarafından on beş kez reddedilir. Ama Margulis pes etmez.
Carl Sagan’la dostluğu ve bilimsel paylaşımları ömür boyu sürmesine rağmen onunla evliliğinde evin kendisi için bir kapatma mekânına dönüştüğünden bahseder. Bu süreçte hem bilimsel araştırmacı hem anne olmanın zorluklarını yaşamış ve çalışan bir anne olmanın kendisini bir ahtapota dönüştürdüğünü söylemiştir. Aynı anda hem iyi bir eş, hem iyi bir anne, hem de iyi bir bilimci olmanın insanî olarak mümkün olmadığını belirtmesi kendisi gibi pek çok ahtapot-kadının yarasına su serpmiş olabilir. Hali hazırda çocuklarını büyütmekte olan bir araştırmacıdan aynı zamanda evinin ve kocasının bakımını karşılamasını beklemek ataerkil düzenin sapkınlığıdır ve bu adaletsiz düzenin kadınları ne denli hasta ve tükenmiş hissettirdiği açıktır.
Bu konudaki düşüncelerini “Kırmızı Pabuç Çıkmazı” başlıklı yazısında aktaran Margulis 1948 yapımı The Red Shoes filmini izlediğinde ne hissettiğinden bahseder: Filmde Moira Shearer’ın canlandırdığı balerin, mükemmel bir dansçı olmanın getirdiği amansız bir baskı altında, dans tutkusu ile, aynı derecede aşık olduğu adamla evlenip aile kurma arasında bir seçim yapmaya zorlanır. Oysa hem sevgilisiyle evlenip çocuklarını doğurup, hem de dans etmeye devam etmesi mümkün değil midir? Margulis’in ifadesiyle, Hollywood bu çıkmazı, kadın kahramanın bir uçurumun kenarından denize yaptığı atlayışla trajik bir şekilde çözer. O dönemde çoğu arkadaşı bu filmi bir melodram olarak izlese de, sağlıklı, güzel ve başarılı bir balerinin, hayatını yönlendiren iki erkeğin ─dans eğitmeninin ve sevgilisinin─ dayatmalarına maruz kalarak uçuruma atlamayı seçtiği bu senaryo Margulis’in sinirini bozar. Bu filmi izlediğinde onbeş yaşında olan Margulis şunun farkındadır: Balerin, bir kadının ailesi ile kariyerini birlikte yürütmesinin imkânsız olduğunu empoze eden aptalca, çağdışı kalmış bir düzen yüzünden ölmüştü. Başrol oyuncusu bir erkek olsaydı, muhtemelen seçmeye zorlanmayacaktı.[2] Margulis filmi izlemesinden yıllar sonra “Kırmızı Pabuç Çıkmazı” yazısını yazarken çok daha önemli bir şeyi vurguluyordu: Şu an baktığımda, ya evlilik ya kariyer diye ısrar eden eski jenerasyonun hatalı olduğuna ne kadar eminsem, aynı anda her şeyi yapabilen, eş, çocuklar ve başarılı bir kariyer ile taçlanan bir süper-kadın mitini sürdüren bizim jenerasyonumuzun da o derece hatalı olduğuna eminim. Bugünlerde birçok öğrenci, özellikle de kadınlar, başarılı bir kariyer ile ailenin nasıl birlikte yürütülebileceği konusunda onlara ışık tutmamı istiyorlar; oysa ortada bir sır yok. Ne ben ne de bir başkası süper-kadın olabilir. Süper-kadın rolüne özenmek, beklentilerin karşılanmaması sonucu oluşan umutsuzluğa, çaresizliğe ve hayal kırıklıklarına yol açar. Bir kadının neleri başarabileceğine dair söylenen yalanlar, güven kaybına sebep olur. Her kadına uyacak tek bir cevap ya da kolay bir yol yok. Ben de bu stresleri tamamen aşmış ya da bu problemleri çözmüş değilim. Sadece, sanki benim için geçerli olmayan kurallarmış gibi onları görmezden geldim. Buna benzer kalıpların ötesine bakarak, yaşam tarzımı entelektüel keşiflere yönlendirdim ve gezegeni paylaştığımız, insan-olmayan diğer türlerle yakınlaştım”[3]
Gerek eril zihniyetin yarattığı ikilemlerde seçime zorlanmayı, gerekse süper-kadın mitiyle yorgun düşmeyi reddederek, dayatılan kalıpların ötesinde kendi gerçekliğiyle yaşayan, kusurlarındaki güzelliğin farkında olan kadınlar için ilham verici bir kadın-ahtapot figürü Margulis.

Kendini entelektüel keşiflere adayan ve insan-olmayan türlerle yakınlaşan Margulis, evrimin daha önce göz ardı edilen çok eski dönemleriyle ilgileniyordu. Araştırmalarını Massachusetts-Sippewisset tuzlu bataklıkları gibi ortamlarda yapıyordu; bu bataklıklardaki mikrobik tabakalar milyonlarca yıl önce evrimin nasıl oluştuğuna, yerkürenin şimdiki halini almaya başlarken hangi süreçlerden geçtiğine dair ipuçları veriyordu; bu bataklıklar adeta bir zaman makinesi gibiydi. Margulis, sadece bitkiler alemi ve hayvanlar aleminin sınırlarında kalmadan[4], mikro-alemlerdeki evrim sürecini incelemeye odaklanmıştı. Evrime dair araştırmaların çoğu evrimin son 550 milyon yılıyla ilgiliydi; genelde bitki ve hayvan alemlerinin geçmişi inceleniyor ve dolayısıyla dünyadaki organizma evriminin %85’i incelemeye değer bulunmuyordu. Margulis araştırmaları sonucunda ortakyaşamın evrimdeki rolünü gösteren kanıtlara ulaştı ve bakterilere dair detaylı araştırmaları evrimde işbirliğinin, ortakyaşarlığın önemini göz önüne serdi. Richard Dawkins’in popüler hale gelen ve rekabeti vurgulayan “bencil gen” kavramı, Margulis’e göre canlıların gerçek dünyasını yansıtmıyordu. Fizikçi Jorge Wagensberg, Margulis’in bu keşfini masalların masalı diye aktarmıştı: Bir zamanlar, çok çok uzun zaman önce gezegenimizde sadece bakteriler yaşarmış ama bu bakterilerin bir derdi varmış: Çok yiyen bakteriler koca cüsseleriyle yavaş yavaş hantallaşırken, çevik olanlar ve suda hızlı hareket edenler aç kalıyormuş. Günlerden bir gün kocaman, şişman bir bakteri, sıska, kıvrım kıvrım bir bakteriyi yemiş. Bu olay bir kereyle de kalmamış milyarlarca kez tekrarlanmış ama masal bu ya, işte şişman bakterinin atletik bakteriyi yediği o gün farklı bir olay gerçekleşmiş. Koca bakteri, sıska bakteriye ─biyokimyanın kadim dilinde─ ortakyaşam teklifinde bulunmuş: “Neden senin gibi hareket edip, benim gibi yemiyoruz?” demiş. Bu anlaşma fantastikmiş; taşın kanatlanıp uçması ya da salyangozun motorlu araç keşfetmesi gibiymiş. Masalda her şey bir gecede olmuş ama tabii gerçekte bu ortakyaşam teklifinden itibaren, çekirdeği olan ve terliksi hayvana ya da amipe benzeyen hücrenin evrimleşmesi bir buçuk milyar yıl sürmüş.[5]
İlk ökaryotik hücrenin[6] doğuşunu anlatan bu bilim-masal, mikro-alemlere dair yepyeni bir bakış açısı sunduğu için etkisi biyoloji ile sınırlı değildi. Margulis’in bakteriyel düzeyde evrime ve simbiyoza dair keşifleri, jeoloji, kimya, paleontoloji gibi pek çok farklı bilim alanındaki çalışmalarda önemli bakış açısı değişimlerine yol açtı. Her dönemde olduğu gibi, felsefe de bu bilimsel keşiflerden nasibini aldı; mikro-alemlerdeki aktörler ve simpoietik süreçler felsefe tartışmalarına dahil oldu. İnsanın kendi türünü üstün gören kibrini dağıtarak canlılığı oluşturan mikrobik düzeydeki aktörleri odağa yerleştiren Margulis’e göre büyüleyici olan, iki ayaklı zeki yaratıklar değil, yaşamı oluşturan canlılık ağlarıydı. Bu bakımdan, biyolojik dünyamıza nüfuz eden ama bundan çok daha fazlası olan mikro aktörler ile insanın kültürel dünyası arasında bir köprü gibiydi Margulis.
Ayrıca Margulis günümüzde ekolojik problemlere dair Antroposen tartışmalarında adı geçen Gaia kuramının ilk çerçevesini oluşturan James Lovelock ile bu kuramının geliştirilmesinde işbirliği yapmıştı. 1960’larda James Lovelock, atmosferin biyolojik süreçlerin etkisiyle düzenlendiğine dair kanıt arayışındayken Margulis’ten desteğini istedi. Margulis, Lovelock’un araştırmalarını inceledikten sonra Gaia kuramının genel çerçevesiyle ilgili savları destekledi ve 1971 yılından itibaren yaptığı katkılarla Lovelock’un aradığı biyolojik kanıtları bulmasında önemli bir rol üstlendi. Her iki araştırmacı da dünya atmosferinin temel öğelerinin biyolojik olarak korunduğuna; atmosferin temel bileşenlerinin canlı süreçler tarafından düzenlendiğine ikna olmuşlardı. Biyolojik süreçlere dayanarak, karaları, denizleri ve atmosferin işleyişini birleştiren bu iddia, mavi-yeşil küreyi bir bütün olarak algılamaya imkân veriyor; farklı bilim dallarında ayrı ayrı incelenen puzzle parçaları birleşiyordu. Margulis’in, evrim sürecinde simbiyozun önemine dikkat çekerek yarattığı etki, Gaia ile pekişiyor ve disiplinler-arası bilimsel araştırmaları genişletiyordu. Gaia kuramının ismi Sineklerin Tanrısı kitabının yazarı William Golding’in önerisiyle belirlenmişti. Lovelock komşusu Golding’e çalışmasından bahsetmiş ve Yerküre anlamına gelebilecek bir isim önermesini rica etmişti; Golding de Gaia’yı önermişti.
Margulis Gaia kuramının, sadece bir tanrıçayla ilişkilendirilerek son dönemde giderek popülerleşen farklı inanç akımları tarafından kullanılmasına karşıydı; hatta Lovelock’un aksine, Gaia’nın genel olarak kişileştirilmesine karşıydı. Lovelock bazı yazılarında, insanın hoyratça davrandığı Gaia’nın intikam alabileceğinden bahsediyor; bazen de, yaşanan ekolojik krizden dolayı Gaia’yı hasta bir “yaşlı hanım” (old lady) diye tanımlıyordu. Oysa Margulis, Gaia’nın, Doğa-Ana vurgusuyla bakım veren, besleyen büyüten bir anne, şefkatli bir hizmetkâr ya da çok hoyrat davranılırsa intikam alan biri gibi kişileştirilmesini reddediyordu. “Gaia olsa olsa çetin ceviz bir sürtüktür”[7] diyen Margulis’e göre, farklı yıkıcı koşullarda kendini yeniden yeşertmeyi başaran dik başlı çetin bir sürtük olarak nitelenebilecek Gaia’nın sağlamlığı hayranlık uyandırıcıdır. İnsanlar Gaia’nın umrunda değildir. Kendini oluşturan bütün canlılar arasında insana ayrıcalıklı bir ilgi duymuyordu Gaia; o, kendini kuran aktörler ve ağlarla ilgiliydi.[8] Gaia’nın kırılgan, yumuşak bir kadın, hatta daha ileri giderek hasta bir hanım olmadığının net olarak anlaşılması gerekiyordu.
Margulis’in Gaia ile vurguladığı canlılık, mekanik bilim modeli yerine farklı organizmaların etkileşimiyle kendi kendini kuran ve düzenleyen bir ağ sistemine dikkat çekiyordu. Böyle bir bilimsel yaklaşım, yüceltilen akıl ve ruh ile bilinebilir olan mekanik kusursuzluğun yerine, bedenli ve kusurlu olmakla birlikte hayranlık uyandıran canlı ağları koyuyordu. İlk eşi Carl Sagan sayesinde popülerleşen makrokozmos araştırmalarının yanı sıra mikrokozmosun da hayret verici özellikleri olduğunu ve yerküredeki canlılığı bu dünyadaki etkileşimlerin oluşturduğunu göstermeye adamıştı Margulis kendini; başkalarının çamur ya da balçık diye yaklaşmaya imtina ettikleri alanların kâşifi, umursanmayan öteki aktörlerin savunucusuydu.
Bilimsel keşiflerinde çok yaratıcı, iddialarını savunurken gözü kara ve inatçı bir yerküre tutkunu olan Margulis, çalışmalarının büyük bölümünü kendini bilime adamış lisans-üstü öğrencileriyle birlikte küçük bir laboratuvarda gerçekleştirmişti. Laboratuvarının büyümesini sağlayacak fon tekliflerine direndi; özel şirketlerin, bilimsel çalışmasına zarar vermesini engelleyecek şekilde araştırmalarını sürdürdü. Halktan gizli tutulması şart koşulan bir çalışma yapmasını teklif eden bir fon sağlayıcısını “halka açıklanmayacak şey bilim değildir” diyerek reddetti. Kuantum fizikçisi David Bohm’un “bilim hakikati aramaktır; hakikat hoşunuza gitsin ya da gitmesin” sözünü tekrarlamayı severdi.
Ayrıca Margulis toplumsal ve politik sorumluluk konusunda dürüst ve açık tavrını koruyan bir bilimciydi; yaşadığı toplumun ve faaliyette bulunduğu bilimsel çevrenin etik ve politik problemlerini tartışmaktan kaçınmıyordu. Margulis “İkisi Vuruldu, Üçü Yıkıldı” başlıklı yazısında 11 Eylül’ün hükümetteki yeni-muhafazakarlar tarafından gerçekleştirilmesi muhtemel bir yanıltma harekatı olduğunu savunmuştu: “Birbirini dışlayan iki 11 Eylül teorisi var. Bunlardan biri hükümetimizin bize dayattığı tamamen saçma ve alçak öykü; diğeri, hâlâ aydınlatılmayı bekleyen ve eğitimli herkesin odaklanmasını gerektiren gerçek bir suç öyküsüdür.”[9] Birlikte çalıştığı öğrencilerine simbiyozu öğretmesinin yanı sıra, bilimsel alanda ya da politik meselelerde hiçbir konunun sorgulanmayacak ve dokunulamayacak kadar kutsal olmadığını da öğretiyordu. Boston Üniversitesi’nde çalışırken Küba’ya uygulanan ambargoyu eleştiriyor ve Kübalı bilimcilerle işbirliği yapıyordu. Hatta Kuzey Amerika/Küba Bilimsel Alışverişi denilen bir organizasyonun kurulmasına yardım etmişti.[10]
Jeolog Peter Westbroek “çağımızın Copernicus’u” dediği Margulis’in ortakyaşamı odağa yerleştiren çalışmalarının neden ve nasıl bu kadar başarılı olduğu sorusunu şöyle yanıtlıyordu: Bazıları Lynn’in başarısının, boyun eğmeyen savaşçı ruhundan kaynaklandığını söyleyecektir. Başarısının, ortakyaşam fikriyle örtüşen feminist düşüncelerinden ileri geldiğini söyleyenler olacaktır. Bizzat kendisi her dürüst bilimci gibi kendinden önce gelen Darwin, Wallin, Merezhkovsky ve Famintsyn gibilerin yaptığı keşifler sayesinde ilerleme kaydettiğini; bunun yanı sıra öğrencilerinin, meslektaşlarının ve hepsinden öte çocuklarının ve torunlarının oluşturduğu muazzam ağa güvendiğini söylerdi. Bunların hepsi doğru ama daha önemli bir şeylerin olduğuna inanıyorum. Lynn’i yeni bir dünya görüşünün habercisi olarak görüyorum. Bu değişim, yer-merkezli evren modelinden güneş-merkezli modele geçiştekine benzer düzeydedir. Ama bu sefer ortakyaşamsal bir bakış açısı değişimi söz konusu.[11]

Margulis, Darwin’e hayran olmakla birlikte, neo-Darwincilerin salt rekabeti vurgulayan yaklaşımlarını reddediyordu. Rekabeti odağa yerleştiren bu yaklaşımlar “güçlü olan hayatta kalır”, “büyük balık küçük balığı yutar” gibi kalıplaşmış ifadelerle kapitalizmi pekiştiren, sorgulanmasını engelleyen bir toplumsal etki yaratıyordu. Oysa Margulis evrimde simbiyoz ilişkilerin önemini vurgularken canlılığın çeşitlenmesinde rekabet kadar ortakyaşamın da önemli rol oynadığını kanıtlamaya çalışmış ve bunun toplumsal olarak işbirliğini ve dayanışmayı ön plana çıkaran bir bakış açısı sağladığını fark etmişti. Kendisine simbiyogenez kuramının niçin bu denli katı bir şekilde on beş kez reddedildiği sorulduğunda şöyle demişti: Neo-Darwincilik bir dünyaya bakış sistemidir ve bu sistem tutuculuğu, komünizme karşı ondokuzuncu yüzyıl kapitalizmini temsil ediyor. Ortakyaşam dişidir, dayanışmacıdır.[12] Açıkça, Margulis’in biyolojik bakımdan ortakyaşamı vurgulaması çağın paradigmasına uymuyor; dili, dönemin eril bilim diliyle örtüşmüyordu.
2011’deki ölümünün ardından çalışma arkadaşları ve laboratuvarında Margulis’le araştırma yapan öğrenciler, onun sadece bir doğa bilimcisi değil, şiir, politika, felsefe gibi alanlarda da okuyan, sorgulayan, üreten bir entelektüel olduğunu özellikle vurgulamıştı. Hedef odaklı ve fonlarla beslenen bilimsel araştırma çevrelerine karşı, uğraştığı problemleri tam olarak kapatmayan ve sorgulamaya konunun bilimsel boyutunun yanı sıra etik ve politik yönleriyle devam eden gerçek bir doğa filozofundan bahsediyorlardı.
Alışılmışın dışındaki keşif tutkusuyla bilmeye cesaret eden Margulis, mikro-aktörlerle ilişkimizi keşfederek ve yerküre için bu canlıların önemini göstererek, insan-merkezciliğe yönelik eleştirilere de büyük katkıda bulunmuştu. Bu bağlamda, Isabelle Stengers’in dikkat çektiği tarzda bir bilimselliğin Margulis’te görünür hale geldiği söylenebilir. Stengers, Kant’ın bilmeye cesaret et sözünü hatırlatarak Horatius’un şiirinden alınan bu ifadenin daha geniş bağlamına dikkat çeker: Sapere Aude, Incipe. Horatius’un bu ifadesinde bir kurtuluş vurgusundan ziyade yeni tecrübelere açılma, cesaretle başlama çağrısı vardır. Bu cümledeki sapere sadece bilmek anlamına değil, aynı zamanda tatmak, dokunmak, denemek anlamlarına gelir.[13] Bilmek, dokunmak, tatmak, bağlantısal bir keşif sürecidir. Düşünce dünyamızı ve kültürel bakış açımızı değiştiren büyük bilimsel keşifler, daha önce duyulmamış, dokunulmamış, tadılmamış farklılıkları duymaya, dokunmaya, tatmaya cesaret ederek gerçekleşir.
Geçmişte cadı diye yakılan kadın bilginlerin kokusu hâlâ burnumuzdayken, bilimsel alanda bu travmanın sağaltımına ihtiyaç olduğunu hatırlatıyordu Stengers.[14] Bir kadın bilimcinin, rekabet yerine ortakyaşam vurgusuyla yerküre aktörlerini birbirine bağladığı bir sağaltım hikayesidir Margulis’in bilimi.
Margulis’in 5 Mart’taki doğumgünü vesilesiyle,
geçmişte cadı diye yakılan kadın bilginlerin
ve
günümüzde hâlâ eril düzenin çıkmazlarında yokedilenlerin
anısına saygıyla.
[1] Lynn Margulis, Dorion Sagan. Doğanın Doğası, Çev. Avni Uysal-Gizem Uysal, GinkoBilim Yayınları, 2018; 55.
[2] A.g.y.; 24.
[3] A.g.y.; 25.
[4] Margulis, araştırmacıların yoğun olarak “bitkiler alemi” ve “hayvanlar alemi”ne yönelik çalıştıkları bir dönemde, Robert Whittaker’in 1969 yılında önerdiği “Beş Alem” iddiasını desteklemiş ve araştırmalarında mikro-alemlere odaklanmıştır. Beş Alem (Five Regnum, Beş Krallık olarak da adlandırılıyor): Monista; Protista; Mantar; Bitki; Hayvan.
[5] Jorge Wagensberg, “Tale of Tales”, Lynn Margulis: The Life and Legacy of a Scientific Rebel, ed.by Dorion Sagan, Sciencewritersbooks, 2012.
[6] Ökaryotik (Eukaryota) hücreler, çekirdeğe sahip olan hücrelerdir. Prokaryotik hücrelerden (bakteri ve arkeler) daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Pro-karyot, çekirdek-öncesi anlamına gelir. Ökaryot hücrelerdeki çekirdek, hücrenin tüm işlevlerinin koordine ve kontrol edilmesini sağlar. Hayvanlar, bitkiler, mantarlar ve protistalar, ökaryot hücrelerden oluşur.
[7] Margulis’in İngilizce ifadesi: Gaia is a tough bitch.
[8] Bu bakımdan Gaia kuramı, Bruno Latour’un öne sürdüğü aktör-ağ kuramıyla da bağlantıdır.
[9] Lynn Mrgulis, “Two Hit, Three Down”, Lynn Margulis: The Life and Legacy of a Scientific Rebel, ed.by Dorion Sagan, Sciencewritersbooks, 2012.
[10] Joanna Bybee, “No Subject Too Sacred”, Lynn Margulis: The Life and Legacy of a Scientific Rebel, ed.by Dorion Sagan, Sciencewritersbooks, 2012; 159.
[11] Peter Westbroek, “Fishermen in the Maelstrom”, Lynn Margulis: The Life and Legacy of a Scientific Rebel, ed.by Dorion Sagan, Sciencewritersbooks, 2012; 127.
[12] Joanna Bybee, “No Subject Too Sacred”, Lynn Margulis: The Life and Legacy of a Scientific Rebel, ed.by Dorion Sagan, Sciencewritersbooks, 2012; 158.
[13] Isabelle Stengers, “Aude Sapere: Dare Betray The Testator’s Demands”, Parallax, 24:4, 2019.
[14] Isabelle Stengers, “Reclaiming Animism”, https://www.e-flux.com/journal/36/61245/reclaiming-animism/