Dünya tarihinin son dönemine damga vuran toplumsal ve siyasal gelişmeler, özellikle de içinde yaşadığımız küresel salgın günleri ise, yoksulluğu felsefe ve sosyal bilimler ışığında bir kez daha ele almayı gerekli kılıyor. Günümüzde yoksulluk, toplumun yalnızca belirli bir bölümünü değil, neredeyse tümünü yakından etkileyen kaçınılması güç bir olgu haline gelmiş durumda. Çağrı metnimizde de belirttiğimiz gibi; emeğiyle geçinen insanlara daha az ücret ve daha ağır çalışma koşullarının dayatılması ve bunun öğretmenlik, avukatlık, hekimlik, akademisyenlik gibi eskiden güvenceli görülen mesleklerde dahi dramatik biçimde gözlemlenmesi, yoksulluğun öncesine göre çok daha fazla yaygınlaşmış olduğunu ifade ediyor. Kıdem tazminatı, işsizlik maaşı, çocuk ödeneği, sosyal güvence gibi pek çok kazanımın dünya çapında ortadan kaldırılmaya çalışılmasının; esnek çalışmanın yaygınlaşması ve dolayısıyla çalışma saatlerinin belirsizleşmesinin, beraberinde boş zamanın işgalinin ise, yoksulluğu hayatlarımızdan çıkarmanın önündeki en önemli gündelik engeller olduğunu söyleyebiliriz. Kadın emeğinin ikincil olarak nitelenmesi, “ev içi emek”in yok sayılması, etnik ayrımcılık nedeniyle belirli kökenden insanların ve göçmen emeğinin ucuz emek-gücü olarak değerlendirilmesi ve çocuk emeği sömürüsünün giderek artması, yoksulluğun kapitalist üretim tarzının yapısal bir unsuru olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Dahası, küresel salgınla birlikte uzaktan/online çalışma koşullarının yerleşikleşmesinin bir sonucu olarak çalışanlara daha az ücret ödeme eğiliminin kuvvetlenmesi, binlerce insanın süresiz olarak ücretsiz izne ayrılmaya zorlanması, tüketici borçları altında ezilen insan sayısının giderek çoğalması ve beraberinde yoksulluk intiharlarının artışı, yoksulluğun hâlâ üzerine düşünülmesi gereken en yakıcı gündemlerden biri olduğunu ortaya koyuyor. Tüm bu sayılanlara, toplumu kuşatan yoksulluğu ve yoksunluğu giderek derinleştiren başkaca olgular eklemek de mümkün: Mahremiyetin ihlali; eğitim, sağlık ve kültür hizmetlerine erişimde eşitsizlik; temiz ve sağlıklı hava, gıda, su ve çevre imkanlarına fiyat biçilmesi ve çoğu insanın bunlardan mahrum kalması; güvencesizlik; sömürü ve ayrımcılığa dayalı göç politikaları ve daha pek çok nicesi… Yoksulluk gerçekten de maddi yaşamın üretimine ve bölüşümüne bağlı olarak ortaya çıkan çok boyutlu yoksunlukların bir bütünlüğünü ifade ediyor. İşte, bu farkındalıkla bizler, ViraVerita E-Dergi’nin 14. Sayısında yer alan değerli yazar, çevirmen ve hukukçularla birlikte, yoksulluğun bu çok boyutlu doğasına ışık tutmayı amaçlayan çalışmalara bir katkı sunabilmeyi amaçlıyoruz.
Hegel, yoksulluk sorununu devlet aşamasına geçişte sivil topluma özgü bir sorun olarak ele almakta ve bu sorunun radikal bir soruna kendi emeği ile yaşamak onurunu, hukuka olan saygısını ve kendine olan güvenini kaybetmiş bir yığın olan ayaktakımı ile dönüştüğünü öne sürmektedir. Yoksulluk sorununa Hegel tarafından çeşitli çözüm önerileri getirilse de literatürdeki pek çok çalışmada bu öneriler yetersiz bulunmakta ya da Hegel’in sorunu çözümsüz bıraktığı ifade edilmektedir. Bu çalışmada yoksulluk sorununa Hegel’in düşünce sistemi dışına çıkılmaksızın korporasyon temelli bir çözüm önerisi getirilmektedir. Bu kapsamda yoksulluk için doğrudan devlet müdahalesi veya tam refah devleti oluşumu içermeyen aşamalı bir çözüm öngörülmekte, çözümün sivil toplum aşamasında gerçekleşmesi ve devletin kontrolü altında tamamlanması amaçlanmaktadır. Yoksulluğun radikal bir soruna ayaktakımı vasıtasıyla dönüşmesinden hareketle, çözümün temelinde korporasyonların modernizasyonu ve eğitim sisteminde gerçekleştirilecek reform yer almakta, bu sayede bireylerin işgücü piyasasında tutunmaları ve ayaktakımına dönüşmelerinin engellenmesi planlanmaktadır. Modelde bireyler günümüzde de kullanılmakta olan asgari ücret, evrensel gelir desteği gibi iktisadi unsurlarla koruma altına alınmaktadır.
Bu çalışmada mutlak yoksulluk ve gıdaya erişim sorununa karşı geliştirilen felsefi yaklaşımların başında gelen Peter Singer’ın çözüm önerisi ele alınmaktadır. Singer’ın açlığı ve mutlak yoksulluğu önlemek için öne sürdüğü ahlaki ödev ve bu ödevden doğan sorumluluklarımızın hak temelli bir anlayışla bağdaşıp bağdaşamayacağı tartışılmıştır. Bir yandan, Singer kimsenin mutlak yoksulluktan ölmemesi gerektiğini savunmaktadır; bir bakıma, açlıktan ve yoksulluktan ölmenin o insanların yaşam hakkının elinden alınması anlamına geldiğini işaret eder. Diğer yandan, açlık ve yoksulluk sorununu temel haklara erişim sorunu olarak ele almamaktadır. Singer’ın temel insan haklarını göz ardı ettiği katiyen söylenemez ancak tok olanların açlara yardım etmesiyle sorunun çözüleceğini düşünmesi; gıdaya erişimin ve sağlıklı yaşam koşullarının yaşam hakkı kapsamında bir hak olarak talep edilmemesi ve mutlak yoksulluktan mustarip olanların mutlak zenginlerin inayetine terk edilmesini ima edebilir. Buradan yola çıkarak, bu çalışmada Singer’ın mutlak yoksulluk sorununu, temel bir hak olan gıdaya erişim hakkı ve yaşam hakkı bağlamında ele almaması onun sorumluluk anlayışının bir eksikliği olarak değerlendirilmektedir.
Ana akım kriminolojinin kabullerini sorgulayan eleştirel kriminoloji, pek çok kriminolojik perspektifi içeren bir çatı kavramdır. Her ne kadar Marx özellikle suçluluğa ilişkin çalışmamış olsa da eleştirel kriminolojinin kökleri onun yazdıklarına dayanır. Eleştirel kriminologlara göre; ceza adaleti sistemi üst sınıfların pozisyonlarını korumada ideolojik bir rol oynar. Öyle ki, kimi akademisyenler ceza adaleti sisteminin esasen yoksul insanları kontrol etmek amacıyla tasarlandığını savunurlar. İlk olarak, alt sınıftan bireylerin gerçekleştirdiği eylemlerin suç olarak etiketlenmesi ihtimali yüksektir. İkinci olarak, aynı suçu işlemelerine karşın, ceza adaleti sisteminin üst sınıfa mensup bireylere kıyasla yoksul bireyleri soruşturması, yargılaması ve cezalandırması daha muhtemeldir. Bu makalede, Marksist kriminologların argümanları Türkçe ve İngilizce çalışmalar ışığında irdelenecektir.
Bu çalışma, yoksulluğun nedenlerini ve ortadan kaldırılma imkânlarını antropolojik ve politik bağlamda soruşturmayı amaçlamaktadır. Çalışmanın başlangıç hipotezi, yoksulluğun ontik-ontolojik ve nesnel yoksunluklardan kopmuş bir “psikolojik gerçeklik” içinde solipsist-elitist politik tercihlerle belirmiş sosyo-ekonomik bir statü olması yanında, “vazgeçilmez-stratejik hedef” sayılarak yaratılan/korunan bir politik-olgu olduğudur. Yoksulluğun kaynağındaki yoksunlukların tarihi, insan-öncesi olumsallıklar tarihidir. Bu olumsallıklar somut nesne ve olaylara içkin olduğu için kaçınılmazdır; hepsi tüm somut nesne ve olaylar bakımından kimyasal-fiziksel ve jeolojik nedenselliklerle, canlı varlıklar bakımından ise ayrıca biyolojik-zoolojik nedenselliklerle belirir. Bu nedenselliklere/olumsallıklara direnildikçe başlayan insan-türleşmesini ve hayvanlı-doğa tarihinin çatallanmasını temsil eden antropolojik tarih, aynı zamanda insanın bunlara yeterince direnememesinin tarihidir. Bu yüzden insanlık tarihi, zoolojik-antropolojik veya antropolojik-politik bir tarih olarak sürmektedir. İnsan-öncesi ontik-ontolojik gerçeklikler katmanına eklenen “psikolojik gerçeklik”, insanların nesnel-gerçek yoksunluklardan tamamen kopmuş öznel-tahayyüli yoksunluk algılarına işaret eder. Böyle bir öznel-algılama olumsallığı, diğer insanlara karşı dominant olmuş insan-bireylerin eşitsizliklere-hiyerarşiye, asalaklığa-sömürüye dayalı sosyo-ekonomik sistemleri yaratan politikayı ve insanlık tarihinin gidişatını da belirleyebilmelerine doğru açılmıştır. Dolayısıyla bu metinde zoolojik-antropolojik köklere uzanan bir bakışla, yoksulluğu yaratan “politika”nın geneolojik analizi yapılmaya çalışılmıştır. Artalanında “yoksulluğu yok etmeyi düşünmek” duran bu çalışmanın çıkarımları, felsefeden ideolojik-politik önermelere kaçınılmaz olarak bağlanan bir sonuç ile kapanmıştır.
Dünyadaki akut yoksunluğun boyutunu ve zaman içinde ne kadar değiştiğini bilmek, dünyanın durumunu değerlendirmek ve devletler ve uluslararası kurumlar tarafından şu anda izlenen politikaların uygunluğunu tartmak açısından çok önemlidir. Küresel yoksulluk istatistiklerinin üretimi nispeten yeni bir faaliyettir. Banka tarafından benimsenen küresel yoksulluk tahmini yöntemi ve son dönemdeki hemen hemen tüm eleştirmenlerin de benimsediği yöntem, bir “parayla ölçme” [money-metric] yaklaşımı olarak tanımlanabilir. “Parayla ölçme” ifadesi burada, uluslararası yoksulluk sınırının açık bir insan refahı kavrayışından ziyade bir para miktarıyla ilişkili olarak tanımlandığını belirtmek için kullanılmıştır. Küresel yoksulluk tahminine yönelik parayla ölçme yaklaşımı, doğası gereği kusurludur. Hem tutarlı hem de anlamlı değildir. Bu yaklaşımın tutarlılıktan yoksun olmasının sebebi, bir “eşdeğer” satın alma gücü kavramının o satın alma gücüyle amaçlanan şey belirlenmeden tanımlanamayacağıdır. Ancak, tanımı gereği, parayla ölçme yaklaşımı böyle bir anlayıştan yoksundur. Ayrıca bu ölçümler yoksulların mutlak yoksulluktan kaçınabilmeleri için gereken belirli mallar (özellikle gıda maddeleri) yerine, geniş bir meta yelpazesi üzerinde “eşdeğer satın alma gücü” elde etmeyi amaçlamaktadır. Özellikle, satın alma hizmetlerinin (fakir ülkelerde nispeten ucuz olan) maliyetini kapsayan kullanılan dönüştürme faktörleri, gıda gibi temel mallara uygulandığında para birimlerinin satın alma gücünü önemli ölçüde abartmaktadır. Ortaya çıkan yoksulluk tahminleri, bu özel anlamda açıkça çok düşüktür – farklı ülkelerde aynı miktardaki ihtiyaçları satın almanın göreli yerel para birimi maliyetlerini yanlış temsil yansıtırlar.
Bu söyleşide, Türkiye’deki mültecilerin idari ve adli süreçlerde yaşadıkları zorlukların yoksullukla olan yapısal ilişkisi ele alınmaktadır. Mültecilere yönelik hak ihlallerinin, onlara dayatılan yoksulluk ve sömürü koşullarıyla birlikte nasıl ortaya çıktığı, İzmir Barosu üyeleri Avukat Ayşegül Karpuz ve Avukat Duygu İnegöllü ile değerlendirilmiştir.
Psikosomatik veya psikosomatik hastalığın tedavisi, hastaya yeni bir yaklaşım sunar ve bu nedenle tıp tarihi ile ilişkilidir. En başından beri, zihin yaşamının aşağı yukarı önemli bir yere sahip olduğu, tıbbın gelişmesine katkıda bulunan birkaç kavramsal akım olmuştur. “Psikosomatik” terimi ilk olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkar. Yaratıcısının Heinroth adlı bir Alman psikiyatrist olduğu söylenmektedir. Terimden de anlaşılacağı üzere, bu yeni tıp akımının amacı, belirli hastalıkların nedenselliğini ve etiyopatogenezini açıklamak için 19. yüzyıl tıbbının organik ve deneysel akımına ruhsal nitelikteki faktörleri tanıtmaktır. Hasta kişiye yönelik bu yeni ve küresel yaklaşım, hala tıbbi uygulamada yerini korur ve tıbbi akımlardan birini oluşturur. Bununla birlikte, psikosomatik Batı tıbbının temellerini her zamankinden daha fazla organize eden biyolojik kavramların ve keşiflerin gelişimiyle karşı karşıya gelmiştir.
Yeni medyanın başlangıç yıllarında, araştırmacılar iki dünya hakkında konuşurlardı: gerçek dünya ve sanal dünya. Semantik algoritmalar, arttırılmış gerçeklik ve yapay zekâ gibi ortaya çıkan teknolojiler bu iki dünyayı birleştirmişti. Bankacılık, adliye, kamu yönetimi gibi bazı hizmet sağlayıcıları halen “iki dünya” kavramı etrafında çalışmaya devam etse de, gündelik deneyimler dijital teknoloji kullanıcılarını şu gerçekliğe alıştırmakta: gerçek Gerçek ve sanal “dünyalar” artık birbirinden ayrılamazlar. Bu paradoks kullanıcılarda öfke yaratıp pek çok etik sorunlara sebebiyet verebilir.
Bu çalışmada ilk olarak; güncel yeni medya ortamına dair gözlemlere yer verilmektedir. Algoritmaların, chat-botların (rehber robot), robotların, kobotun (işbirlikçi robotlar) ve yapay zekâ sistemlerinin hep birlikte hem iletişimci fail kavramının yenilenmesini hem de söylemsel malzeme düğümü olarak adlandırılan yeni bir kavramla birlikte kullanıcıların dijital eğitimini yeniden düşünmeyi teşvik ettiğine işaret edilmektedir. İkinci kısımda ise, bazı örneklere dayanarak “tek dünya” kavramı açıklanacaktır. Bu örneklerin amacı, yeni medyanın dijital beşikten sanal mezara kadar beşer kullanıcıya eşlik ettiğini göstermek veya başka bir deyişle, dijitalleştirilmiş “tek dünyamızda” ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili aşırı paylaşım yapmaları (oversharenting) ve dijital mirası idare etmek gibi hayatımızı ilgilendiren belirli etik sorunları resmetmektir.
1962 senesinde Michel Siffre adında bir Fransız yer bilimci saat, takvim veya güneşe erişimi olmadan bir yeraltı mağarasında tam izolasyon halinde iki ay geçirdi. Bu süre boyunca bedeninin isteği doğrultusunda beslenmiş ve uyumuştur. Hedefi, zamanın ötesinde insan hayatının doğal ritminin nasıl işlediğini keşfetmekti. 1972’de Teksas’taki bir mağaraya dönüp altı ay geçirmeden önce, on yıl boyunca bir düzine yeraltında zaman izolasyonu deneyleri düzenler. Onun bu çalışmaları, insan kronobiyolojisi alanı için rehber olur. Joshua Foer, Siffre’le e-posta yoluyla bu deney üzerine bir röportaj gerçekleştirir.