Yaşanmayan Yaşamda Konuşmak ve Dinlemek

6 Mayıs 2022’de yayınlanan podcast’in yazılı versiyonudur.

Podcast’i dinlemek için:

Youtube: https://www.youtube.com/watch?v=e35-6Dz_8l0

Spotify: https://open.spotify.com/episode/36PueVmRncBn9opsUcOoSP?si=8484989ca30449b2&nd=1

Toros Güneş Esgün: Merhaba, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” temalı, ViraVerita’nın 15. sayısının yayın hazırlıkları sürerken biz de bir podcast serisi ile, çağrı metnimizde yer alan problemlere yönelik sohbetler yapmak istedik. Akademik üretimin sadece kâğıt veya ekran üzerinde kalmaması gerektiği, özellikle felsefe ve sosyal bilimlerin problemlerinin konuşarak yaşamla bağının kurulabileceği inancıyla… Ben Toros Güneş Esgün, bugün sevgili Elis Şimşon ile temalarımızdan biri olan “mesafe ve temasın dönüşümü” çerçevesinde “yaşanmayan yaşamda konuşmak ve dinlemek” üzerine konuşacağız. Fakat konuyu daha fazla özelleştirmeden önce ilk olarak Elis, ana başlığımız, “bildiğimiz dünyanın sonu” senin için ne ifade ediyor? Gerçekten sonların çağında mıyız? Bunu merak ediyorum. Ne düşünüyorsun?

Elis Şimşon: “Bildiğimiz dünyanın sonu” ifadesi ilk etapta senin de dediğin gibi “sonların çağına girdik”, “kıyamet yaklaşmakta” alarmı gibi. Daha derin yoksulluğun, ölümcül salgınların, ırkçılığın hüküm süreceği çok karanlık bir geleceğin habercisi. Dahası, kapitalizmin, dünyanın sonunu da bir kâr fırsatına çevireceğinden artık şüphemiz kalmadı; haliyle bu da, sona dair kehanetlere karabasan efekti katıyor… Fakat ben, bu ifadeye başka bir açıdan bakmayı tercih ediyorum: Vurguyu “dünyanın sonu”na değil de, “bildiğimiz” sözcüğüne düşürürsek ne olur?… 20. Yüzyıl felsefesinde Holokost’un etkisini çalışan biri olarak, “bildiğimiz” dünya zaten uzun zamandır bir dehşetler, felaketler silsilesi olarak görünüyor bana. Ufukta görülen kıyamet pek de sürpriz değil… Dolayısıyla, eğer radikal anlamda bir sonu, yani yeniyi doğuracak bir sonu düşünmek istiyorsak, “bilmediğimiz” dünyanın vaadine kulak verebiliriz. Şunu demek istiyorum: umut potansiyeli belki de dünyanın “bilmediğimiz” halinde yatıyor. Enkazın arasında umudu ışıtacak potansiyellerin peşine düşmek için bilinmeyenin, yeninin çağrısına kulak vermeliyiz bence. Bu çağrı muhtemelen bambaşka bir tonaliteye sahip; dolayısıyla bambaşka duyma biçimlerini gerektirecek. Ama zaten “yeni” dediğimiz şey tam da bu, değil mi?…  “Yeni her zaman iyidir” demek istemiyorum; “yeni her zaman risklidir” de demek istemiyorum. Yeni, beklentilerimizin ötesinde olandır! İyi mi, riskli mi olduğu yargısını bile askıya alandır hatta. Henüz bu yargıyı verecek alet edevat bile yoktur elimizde, önceden kullandıklarımızı işe yaramaz kılar çünkü yeni. Bambaşka duyma biçimleri gerekecek derken de bunu kastetmiştim. Yeni, bu anlamda, dışsallıktır. Dışsallıkla karşılaşmak, tam da beklenti projeksiyonlarımızı, bilme çabalarımızı kesintiye uğratan ve anlamlandırma ufuklarımızı çatırdatan bir karşılaşmadır. Bu sebeple işte, belki de artık bilmediğimiz dünyayla karşılaşma vakti gelmiştir. Ve bilmediğimiz kendimizle de! Oldukça Levinasçı bir yerden verdim cevabımı. Ama elimde değil; bilmediğimize / başkaya açılma konusunda kulağıma hep öncelikle onun sözcükleri geliyor. “Yeni” vurgusu ise Adorno’dan… Tabii öte yandan Adorno, içinde yaşadığımız dünyanın yeniyi nasıl bastırdığını, onu tekdüzeleştirip uysallaştırdığını da anlatıyor bize. Adorno ikimiz için de önemli bir figür, dolayısıyla bu doğrultudan soracağım sana ilk sorumu: Adorno, Minima Moralia’yı “yaşam yaşamıyor” alıntısıyla açıyor. Hatta senin de “Adorno’da Yaşam ve Doğru Yaşam” adlı harika bir makalen var bu meseleyi tartıştığın. Burada kısaca bahseder misin: Başlık olarak seçtiğimiz “yaşam yaşamıyor” cümlesini nasıl anlıyor, nasıl yorumluyor? “Bildiğimiz dünyanın sonu”, yaşamın yaşanamazlığı tespiti üzerinden nasıl düşünülür?

T.G.E.: Çok güzel bir soru… “Yaşam yaşamıyor” sözü Adorno’nun Minima Moralia’da Avusturyalı şair Ferdinand Kürnberger’den yaptığı bir alıntı. Söz, Kürnberger’in “Amerika Yorgunu” adlı, Amerikan pragmatizmini ve kapitalizmini eleştirdiği romanındaki bir şiirin bir dizesidir. Çok çarpıcı bir ifade, çünkü “yaşam yaşamıyor” demek, kavramı gereği yaşaması gerekenin artık yaşamıyor olması demek. Bu çok  absürd ve mantıksız aslında. Fakat 20. yy’da durum tam da böyle, hatta öncesinde, 19.yy’da da. Kürnberger bir 19. yüzyıl şairi, söz de tam bir 19.yy sözü, kriz ve son tespiti; “yaşamın sonu” tasviri adeta. Adorno da zaten bu sözün kapitalizm ile bağını kurar ve bambaşka bir yere götürüp işler: “Yaşam” kavramı bir yandan yüceltilir bir yandan hiçleştirilir. Bireyin kendi yaşamını korumayı rasyonelleştirmesi, bu uğurda yapacağı her şeyin mübah olduğu bir bencillik alanı yaratır, önce nesnelerin, sonra insanlar arasındaki ilişkilerin ve son olarak da kişilerin kendi kendileriyle olan ilişkilerinin statikleşmesine, şeyleşmesine yol açar. “Yönetilen dünya”da salt canlı varlık olmaya indirgenen insan, sadece nesne edinme ve para kazanma hırsına düştükçe şeyleşmeye başlar. Bunun sonrasında tarihin acı gerçeklerinin gösterdiği gibi, canlı varlığı da kıymetli değildir, artık kolayca elinden alınabilir. Böylece yaşam belli, tekil bir yaşam biçimine indirgenir. Totalitarizm eleştirisi burada devreye girer; yaşam tekrarlar, sıradanlıklar, aynılıklar alanı olur. Oysa yaşam, kavramı gereği çeşitliliktir, devinim ve başkalıktır. İşte “yaşam yaşamıyor” demek bu devingenliğin bir statikliğe indirgenmesidir. Bu vurgu tabii Adorno’yu gündelik yaşamdaki yabancılaşma biçimleriyle genel kötülük arasında bağ kurmaya yöneltir.  Bu bağlamda senin dediğin gibi “bildiğimiz dünya” çoktandır böyle, fakat bu kriz kendi gündelik yaşamlarımızda başlıyor, o yüzden Adorno bu ufak ayrıntılar hakkında düşünüyor. Tabii büyük felaketler varken bunlardan konuşmaya dair bir utangaçlıkla ve suçlulukla konuştuğunu itiraf ediyor. Bu duygunun da hep orada olması gerektiğini söylüyor. Adorno’dan önce Minima Moralia’ya ilham veren Benjamin de Tek Yön’de benzer şekilde gündelik ayrıntılara vurgu yapmıştı, en sevdiğim tespitlerden biri de konuşma üzerine: “Konuşma hürriyeti kaybolmakta. İnsanlar arasında eskiden konuşmada karşıdakinin üzerine eğilme gayet tabii bir şeyken, şimdi yerini ayakkabılarının veya şemsiyesinin fiyatını sormak alıyor” diyor, Benjamin. Ben de tüm bu gündelik edimler arasında özellikle konuşma ve dinleme biçimlerimizin kökten dönüştüğünü düşünüyorum, hatta bugün durumun o zamankinden çok daha vahim olduğunu… Yaşamın yaşanmaz hale geldiği yerde birçok politik sorun, kriz, yoksulluk, savaş, ekolojik sorunlar ve daha birçok problemden bahsedebiliriz elbette fakat en derine indiğimizde konuşma ve dinleme biçimlerimizde bir tahribat var. Tabii konuşmak ile kastettiğimiz ne? Türkçede etimolojik olarak birbirine konuk olmak, komşu olmak demek, Derrida’yı çağrıştıran bir tür konukseverlik hali gibi. Benjamin’in “birbirine eğilmek” dediği de bu sanki. Birbirimize mecazi anlamda daha az konuk oluyoruz, gündelik ve mesleki meseleler ve sosyal medya haricinde pek de konuşmuyoruz. Bugün gerçek anlamda konuşmak için de dinlemek için de emek, sabır, özen gerekiyor. Bu yüzden “yaşam yaşamıyor” sözünün ilk görünümlerinden biri bu bence gündelik yaşamda, yaşamın sıradanlığı ve aynılık, başkayla ilişkilenmenin, konukseverliğin gereği olan konuşma hürriyetini ve dinlemenin de zeminini yok ediyor ve bu da sadece “sohbetlerimiz köreldi artık” türünden bir serzeniş değil, bilakis genel acılarla çok bağlantılı. Fakat bunu kırmak için de önce sessizliği kırıp konuşmaya lazım, işitilmek isteyene konuşmak düşüyor bence. Sen ne dersin? İşitilmek isteyene konuşmak düşüyor mu gerçekten, eğer böyleyse dinleyene ne yapmak düşer?

E.Ş.: Burada iki türlü zorluk var: 1) işitilmek isteyenin konuşmak zorunda kalması, 2)  konuştuğunda söylediklerinin diğerleri tarafından nasıl duyulacağı ve anlamlandırılacağı. Bilhassa bir ıstırapsa ses çıkaran, bunu her zaman söze dökmek mümkün olmayabilir. Ve bu ses zaten sistematik olarak susturuluyorsa verili anlam rejimine hiçbir zaman kaydolmayacak demektir. Bu yüzden sorumluluğun ağır kısmının dinleyende olduğunu düşünüyorum. Tam da lafı buraya çekmek için, az önce bambaşka / yeni duyma biçimlerinden söz ettim. Mesele, temsil rejimlerimizi ve anlam düzeneklerimizi delip geçeni duyabilmek, her ne kadar kulağımızı tırmalasa da… Duymak ve dinlemek arasındaki ayrımı tutmak yardımcı olabilir bunu anlatmamda: Dinlemenin aksine duymak bir tür pasiflik içerir. Bence bu önemli. Dinlemek ise dikkati, ayıklamayı, yönelimi, beklentiyi içerir. Odaklandığın şeyi dinlersin. Fakat duyma daha pasif. Seslere maruz kalırız; bu anlamda bir edilginliği çağrıştırıyor. İşte bu edilginlik bence ihtiyacımız olan. Dinleyebilmek için önce duymanın edilginliğinin farkına varalım. Çünkü pek çok çeşitli ses bu edilginlik halindeyken kulağımıza geliyor. Bu edilginlik vurgusunu yapan da yine Levinas’ın ta kendisi! Fakat tabii çok dikkat etmek gerek; bu pasiflik hiçbir şey yapmamak, eylemsizlik ya da kaderci bir boyun eğiş ve kabulleniş anlamında değil. Maruz kalma, açık olma, kendini kapatamama anlamında. Levinas, yeni bir öznelikten, etik öznelikten bahsederken, kökenin bu tür bir pasiflik olmasını öneriyor. Etkin öznenin kökenindeki edilginliği nasıl düşünebiliriz? Kendine bir türlü kapanamayan, huzurlu içselliğini kuramayan, her daim Başkasına maruz, dolayısıyla huzursuz bir özne. Sanki şöyle bir hikâye anlatıyor bize: Herkesin kendi yaşam gailesine gömüldüğü, konforunu sağlamak için didinip durduğu, bu uğurda başkalarına kayıtsız kalmayı adeta düstur edindiği, “her koyunun kendi bacağından asıldığı”, aşırı bireyselliğin klostrofobik atmosferiyle çevrili bir hayatta aniden dışarıdan bir ses duyuyoruz! Ve maruz kaldığımız bu ses, kurduğumuz dünyayı, içine kapandığımız narsisizmi alt üst ediyor. Bu benim seçtiğim değil; aksine, pasifliğimde seçildiğim bir hali tasvir ediyor… Genellikle “başkasını nasıl işitebiliriz?” sorusunu “başkasının yerine nasıl konuşulur, başkasının acısına hakkaniyetle nasıl temas edilir, konuşamayanların yerine söz söylemek mümkün müdür” şeklinde formüle ediyoruz. Bu sorularda hala “etkin olma” hali, bir şey yapma girişimi, fail olma yönelimi ön planda. Levinas alternatif olarak şunu öneriyor: Başkasını bilinçli bir yönelişle dinlemekten ziyade, Başkasının çağrısının beni hiç beklemediğim, öngörmediğim biçimlerde çatırdatması, anlamlandırma sürecimi ve kavrama örüntülerimi kesintiye uğratması. Başkasının yerine geçme (“substitution”) derken kastettiği de bu: ona öyle yakından maruz kalmak, sanki teninin altındaymışçasına. Fakat bu yakınlık, başkasının yerini gasp etmek ve onun adına konuşmak değil; başkasının sesini adeta teninin gözeneklerinden duymak, kendini onun sesinin duyulur kılınabilmesi için teslim etmek. Bu sesin hesap soruculuğuna da vurgu yapıyor Levinas: Çünkü bu çağrı, özneyi tüm imtiyazlarının hesabını vermeye de zorluyor. Ben incinmemek pahasına kendime korunaklı bir hayat inşa etmek için uğraşırken, dışarıdan gelen o ses, başkasının incinebilirliğini ve bundan sorumlu olduğumu bildiriyor bana. Soruna geri dönecek olursak; işte, bu düşüyor duyanın payına: Sorumluluk! Dinleme ve duyma arasındaki ayrımdan yola çıkarak bir tür edilginlik fikri attım ortaya; fakat senin sorundaki etkin fail olma vurgusunu da önemsiyorum. Bugün bize konuşma, görünme ve buluşma alanı sunan, failliğimizi sınadığımız bir ortam da sosyal medya: Bir yandan her şeyin konuşulabildiği, her fikrin beyan edilebildiği, hatta adaletsizliklerin ifşa edildiği, istismarın görünür kılındığı bir platform gibi görünüyor. Fakat öte yandan, fikirler olabildiğince yüzeysel ifade buluyor, deneyimler kalıplara sokuluyor, etiketleme ve taraf olmaya zorluyor bizleri. Kendine ait konuşma, dinleme ve susma kodları var sosyal medyanın da: bizleri buluştururken ayırıyor, hatta düşmanlaştırıyor. Bu salınımı veya gerilimi nasıl yorumluyorsun?

T.G.E.: Dediğin gibi sosyal medya aracılığıyla birbirimizle bir taraftan aşırı iletişim kuruyoruz, çok “etkin”iz orada. Gerçi bu da ayrı bir tartışma gerçekten etkin miyiz, edilgin miyiz sosyal medyada? Fakat bu aşırı iletişim kurma hali, bizim kastettiğimiz anlamda konuşmak ve dinlemeye denk düşüyor mu emin değilim. Yine de farklı türden ifade etme biçimlerinin karşılaştığı çoğul bir alan yarattığı kesin elbette. Orayı tanımlayan şey bence hız, düşüncelerin ve bir açıdan da duyguların çok hızlıca imal edilip hızlıca kullanımdan kalktığı, peşin hüküm ve önyargının, kanının çok çabuk yayıldığı bir alan. Fakat bu hızın apati, yani kayıtsızlık yaratma riski çok büyük. Bir şeye fazla maruz kalmak da o şey hakkında duyarsızlaşmayı getirebiliyor çünkü. “Birbirine konuk olmak” anlamındaki konuşmak ve “birbirine eğilmek”, “kulak vermek” anlamındaki dinlemek ise hızı değil de yavaşlığı talep ediyor. İkimizin de vurgu yaptığı bir noktaydı bu; ister Adorno ister Levinas üzerinden olsun… Konuşmayı birbirine konuk olmak, dinlemeyi de birbirine eğilmek olarak düşünürsek burada bir hız değil, yavaşlık lazım. Tabii “yavaşlık” da her ne kadar zamansal bir ritmi imliyor gibi görünse de aynı zamanda mekânsal bir çağrışımla mesafe ve yakınlığı da ilgilendiren bir kavram. Dijital mesafe, mesafesiz bir tarafıyla, çünkü çok hızlı. Fakat tam da bu mesafesizlik duymayı ve görmeyi de ayırt etmeyi zorlaştırma riski taşıyor. Bir de tabii orada konuşulunca gerekli tepkinin verildiğini sanma gibi bir yanılsama da yaratabiliyor. Yani etkinlik-edilginlik demiştik, sosyal medya orada “etkinim” hissiyatını verebilir. Burada da biraz dikkatli olmak, eleştirel bakmak gerekiyor gibi. Çünkü bu sefer her konuda yargı belirtme sorumluluğu uyandırıyor: Konuşup konuşmadığın, neyi konuştuğun konusunda her an suçlanabileceğin, sınanabileceğin bir alan… Tabii, diğer taraftan da soğuk ve mesafeli bir alan, çünkü gerçek deneyimin, edimlerin, yaşamın yerini ekranlar almış durumda. Fakat buraya kadar sanki sadece kötü yönlerinden bahsettik. Hepimiz içindeyiz, hepimiz çokça kullanıyoruz ve faydalı olduğu yerler de aşikar. Bu yüzden açıkçası sosyal medyaya ilişkin teknoloji karşıtı bir tavırla, “herkes kullanmayı bıraksın” türünden çağrılar anlamsız geliyor bana. Zamanında, 20. yüzyılda radyo üzerinden dönen tartışmaları düşünüyorum. Bir aracın farklı kullanım biçimleri her zaman var. O yüzden toptan reddetmek anlamlı değil. Bununla ilgili bir örnek anlatmak istiyorum, komik bir örnek: 5 yaşındaki bir küçük çocuk babasından ısrarla YouTube’u açmasını istediğinde, çocuğu ikna etmek için bizim zamanımızda YouTube yokken oynadığımız oyunların keyfini anlatmıştım, o da bana harika bir yanıt vermişti: “Ama sizin çocukluğunuzda youtube yoktu! Ben gözümü YouTube’a açtım!” dedi. Çok da haklıydı. Bu mecra aslında oldukça normalleşti, bunun geri alınması mümkün değil, hatta belki öngörmediğimiz biçimler de çıkacak ve yeni imkanlar da barındırıyor. Ne şartla ama? Bu kadar yavaşlık, mesafe gibi vurgular yaptıktan sonra, bu ortam yaşanamayan yaşamda bize yavaşlığı ve mesafeyi, deneyimi ve edimlerin değerini, dışardaki hayatı, insan insana olmayı hatırlattığı sürece tersinden çok kullanışlı hale de gelebilir, ki bunu yapan çok kıymetli mecralar da var bence. Çünkü burada farklı yaşamları ve farklı düşüncelerle karşılaşma olanağını da bulabiliriz, yeter ki ritmi yavaşlatabilip mesafelenmeyi ve yaşamdaki deneyimleri onla ikame etmemeyi, kendiliğimizi, imajımızı, haklılığımızı yalnızca orada kurmamayı, başkalarını suçlayarak kendimizi aklamamayı, yabancılaştırıcı biçimleri eleştirel bir süzgeçten geçirmeyi başarabilelim. Yani her ne kadar konuşmak bir görev olsa da, hız karşısında biraz da yavaşlamak, sürekli konuşmanın karşısında bazen de susmak gerekebilir … Öbür türlü diğer birçok duygumuz gibi mesela “hasret” bile unuttuğumuz bir duygu olacak neredeyse gibi geliyor. “Hasretin sonu” gibi bir çağdayız. Pandemi döneminde özlediğim dostlarımla online görüşmeler yaptık sık sık, birbirimizin resimlerini bolca gördük, sonra nihayet yüz yüze geldiğimizde eski kavuşmalar kadar şaşırmadığımızı fark ettik mesela, çünkü zaten birbirimizi çok sık görüyorduk! Dijital de olsa hep yüz yüzeydik! Fakat bu gündelik ve görece sıcak örneğin dışında bir de ekranlarda gördüğümüz acılı yüzler, çığlık atan, politik trajedilerin yüzleri de var. Bu kadar çok yüz görmek soğukluğa karşı yakınlığı getirir mi, yoksa tam tersi mi olur, biraz kafam karışık bu konuda. Sen de demin Levinas’tan ve başkasına karşı sorumluluktan çok güzel bir şekilde bahsettin. Sürekli tanıdığımız ve tanımadığımız insanların yüzlerini görmemize dair Levinas üzerinden ne dersin? Bu yüzler bizle konuşabilir mi? Biz onları duyanlar olarak onların yüzlerini gördüğümüz anda bir sorumluluk yüklenmiş olur muyuz? Sen ne düşünüyorsun?

E.Ş.: “Sosyal medyada yüz yüze bir karşılaşma, yani Başkasıyla karşılaşmak mümkün müdür?” sorusu Levinasçı çevrelerde oldukça popülerdi, bilhassa karantina döneminde. Zoom üzerinden yapılan (ve benim de bu sayede katılma şansı bulduğum) seminerlerde ve atölyelerde, “Zoom’da Başkasının yüzüyle karşılaşır mıyım, karşılaşamaz mıyım?” diye epey tartışıldı. İronik de tabii bir yandan… Levinas’a harfiyen sadık yorumcular bu konuda çok net: Bunun mümkün olmadığını söylüyorlar. Çünkü yüz, senin de dediğin gibi, konuşan, seslenen, anlam ifade eden bir sonsuzluk, aşkınlık ve taşkınlık hatta. Türkçe’deki bu iki sözcüğün uyumuna bayılıyorum bu arada… Ayrıca yüz, bir emri de ifşa ediyor: “Öldürmeyeceksin!” Zaten beni kendime kapanmışlığımdan çıkaran sesleniş bu: Öldürmeyeceksin. Beni kendimin hesabını vermeye, daha önce işlediğim cinayetleri düşünmeye zorluyor. “Öldürmeyeceksin”i bir metafor olarak düşünmek de mümkün. Öldürmek neyin metaforu olabilir?  Başkasından akan anlamı dondurmanın, ona kendi etiketlerimizi yapıştırmanın, kategorize etmenin, kendi anlam projeksiyonlarımızı giydirmenin, gibi gibi… Sesini gasp etmek, onun yerine konuşmak da öldürme biçimleri… Dolayısıyla bence, “Öldürmeyeceksin” emrini duyduğum ve bu sayede kurduğum dünyanın sarsıldığı, anlam verme girişimlerimin boşa düştüğü, tam da bu sayede dışsallıkla yüzleştiğim, ve zaten çoktan sorumluluğa raptolduğumu hatırlatan deneyimler, Başkasının yüzüyle karşılaştığım deneyimlerdir. Şöyle bir örnek vereyim: 2 sene önce Avusturalya’da yaşanan orman yangınları sırasında çekilmiş bir fotoğraf vardı, epey de dolaştı sosyal medyada. Bu fotoğrafta sarı üniformalı bir yangın söndürme gönüllüsünün kucağındaki koalayı görüyoruz. Yangın söndürme gönüllüsünün sırtı bize dönük, fakat koalanın yüzü odakta. Tırnaklarını can havliyle o sarı üniformaya geçirişini, gönüllüye sıkı sıkı tutunuşunu görüyoruz. Levinas’ın düşüncesini esneterek şöyle söyleyeceğim: Bence yuvasını kaybetmiş bir canlının çaresizliğini, korkusunu, acısını, incinebilirliğini konuşuyor o koalanın yüzü… Tabii Levinas bu konuda tereddütlü: “hayvanın yüzü var mıdır?” sorusunda bocalıyor. Yüz bir konuşma ifade ettiği için bunu insana özgü tutmak istiyor. Ama bir hayvan var ki, Levinas’ın bu konuda tutarlı olmasını engelliyor: “Nazi Almanyasındaki son Kantçı” dediği bir köpek: Bobby. Bu arada ilginç bir detay, Levinas’ın kendi kamp deneyiminden bahsettiği tek yer, Bobby’i de andığı bu metin… Ben Levinas’a rağmen, ama Levinasçı düşünceye sadık kalarak; o koalanın yüzü olduğunu düşünüyorum. Dahası, onun yüzünden gelen çağrının bizde yarattığı sarsıntı, “bildiğimiz” dünyanın sonunu getirecek olan umut potansiyelini de taşıyor. Çünkü kayıtsızlığı yırtıyor… Kabil tipi özneliğin yırtılması: Kabil, “ben kardeşimin bekçisi miyim?” diyerek kopukluğu, kayıtsızlığı, başkasının acısı karşısında duyarsızlığı ve soğukluğu simgeliyor Levinas için. Bizim artık hayvanlar ve doğa konusunda “onların bekçisi miyim?” deme lüksümüz yok! Dolayısıyla sosyal medyada rastladığım bir fotoğraf bana bu etik sorumluluğu pekâlâ hatırlatabilir… Tabii ben biraz abartıp “konuşan koalaya” kadar geldim, seni yeniden “konuşan insana” geri döndüreyim. Anlatmak vazgeçilmez bir ihtiyaç insan için. Dahası, konuşmanın ve dinlemenin politik bir tercih, bir tavır olduğunu da düşünüyorsun. Bunu biraz daha açmanı rica edeceğim: konuşmak ve dinlemek, sence, ne zaman politikleşir?

T. G. E.: Çok zor bir soru bu arada, ama çok da çağrışım yapan bir soru… Zevkle anlatmak isterim! Demin sen “Levinas kendi kamp deneyimiyle ilgili çok fazla şey anlatmıyor” dediğin yerde Agamben’in “Tanık ve Arşiv” kitabı aklıma geldi. Orada tanığın kendi deneyimini aktarmasının olanaksızlığının, anlatılamaz olanı anlatma yükümlülüğünün açtığı bir açmaz vardı. Bu açmaz da bizi politikaya götürüyor. Ama acının anlatılamaması, acının anlatılamayacak kadar büyük olmasının ötesinde, anlatma ve ifade etme ihtiyacının kendisi politikaya zemin hazırlıyor bence, bu ister imkanlı olsun ister imkansız olsun. Tabii bir ayrım yapacak olsak, “konuşma”dan farklı olarak “anlatma” daha bireysel gibi, yani karşılıklılık yerine “birinin birine bir şey anlatması”, öncelikle anlatanın kim olduğu ve anlatılanın ne olduğuyla çokça ilgili. Anlatmak her ne kadar kendinde bir politik başlangıç olsa da sadece acıların anlatılması politik kılmıyor anlatıyı, acıların genel koşullarla bağını kurmak da gerekiyor. Çünkü aslında tekil gibi görünen acıların da pekâlâ genel problemlerle çok ilişkisi var ve bunlar da bence nesnel bir şekilde gösterilebilir. Başkasının acısı meselesinde Adorno ve Levinas, senin de dediğin gibi yakın olsalar da ikisini ayıran önemli noktalardan biri de bu… Istıraba yönelme bakımından ortaklar ama anlatanın failliği, etkinliği ve anlattığı şeyin nesnelliği çok belirgin Adorno’da, bu etkinlik Levinas’taki edilgenlik vurgusuyla çelişmeye başlıyor. Çünkü belli türden bir hakikatin gösterilmesi gerekiyor; tabii bu eski tür bir hakikat değil, “negatif bir hakikat” diyebiliriz. Sürekli kendi kendini sorgulayan, olumsuzlayan, diyalektikle birlikte kavranan bir hakikat… Bu da mevcut duruma ilişkin yargı vermeyi ve bu yargıyı başkalarıyla paylaşmayı gerektiriyor. Her ne kadar bu yargı mutlak olamayacak ve başka yargılarla karşılaşacak olsa da yargı vermeyen ve nesnellikle ilişkilenmeyen, salt öznel duygularla hareket eden bir tekil anlatının politik gücü zayıf olacaktır gibime geliyor. Tabii burada yargılarla kastettiğim yalnızca Arendt’çi bir kamusallık veya zihnin genişlemesi ile ilişkili değil, keşke gerçekten sadece yargılarımızın karşı karşıya geldiği bir çoğulluk söz konusu olsa… Oysa Schmitt’in gösterdiği gibi “siyasal olan” bir yandan da hep güç ve antagonizma ile ilgili.  Bu yüzden de deneyim alanında, edim alanında yaşanıyor siyasal olan, yargı alanında değil ve burası sadece ne yazık ki yaşamı artıran değil yaşam karşıtı kuvvetlerle de örülüyor. Tabii ki Arendt’in “vita activa” vurgusunu unutuyor değilim, ama kastettiğim şey Schmitt ile Arendt karşıtlığında yaşamı artıran değil, aslen yaşam karşıtı kuvvetlerin siyasal olanı var etmesi vurgusu. Ne var ki ben bu iki politika kavrayışının birbirleriyle çelişmediğini de düşünüyorum. Politikanın iki anlamını beraber ele alabiliriz: Kendi acılarının ardındaki hakikati başkalarına anlatmak isteyenler aynı zamanda acıların faillerine karşı güçlü olmak da zorunda. Hakikati anlatanlar güçlü olursa ancak anlattıkları duyulur hale gelebilir. Bu çok zor biliyorum, çünkü hakikati dile getirmek riskli ve insanların çoğu korkabilir haklı sebeplerle. Bu yüzden Benjamin’in dediği gibi “konuşma hürriyeti yitiriliyor”. Buraya kadar anlatmanın politik hale gelmesinden bahsettik. Bir de dinlemenin politik hale geldiği yer var: Bu da başkasının sessizliğine de kulak vermekle ilgili bence paradoksal olarak, belki bu noktada senle benzeşiyor olabiliriz. Yani anlaşılmak için anlatmak gerektiğini bilen ama yine de korkudan veya zayıflıktan konuşamayanları dinlemek ile ilgili politik bir görev, bir sorumluluk… Fakat benim ayrıldığım nokta şu: Her ne kadar şerh koyarak olsa da, Levinas’ta bahsettiğin edilgenlik vurgusundan farklı olarak etkin bir dinleme de mümkün diye düşünüyorum. Çünkü “birine kulak vermek” fiili etkin, ben veriyorum kulağımı! Özneden tam olarak vaz geçemiyorum galiba Elis, tabii kastettiğim elbette başkası adına konuşma kibri değil. Başkasını anlayabilme yetisi ne anladığını anlatabilmeyi gerektirir, fakat salt başkası adına değil, bir nesnel problem olarak, bir hakikat olarak anlatmak mesele. Senin verdiğin somut örnekler kafama çok oturdu. Ben de bir örnek verirsem; mesela Katip Bartleby’yi hatırlarsak konuşmamayı tercih eden katibin sessizliğine karşın, onun hikayesinin hakikatinin peşine düşen bir avukat vardı orda. Bir yazımda yazdığım gibi, genel kanının aksine bence avukat karakteri dinlemenin nasıl politik olacağını bize anlatıyordu. Yani aslında acılar gün gibi ortada, çok nesnel nedenleri var, bireysel bir duyguyla ilgili değil, birileri dillendirmese de bunlar görülebilir. Fakat dillendirememe durumuna düşmek çok trajik, kamptan çıkanın konuşamaması gibi. İşte buradaki edilgenlikten çıkabilmek gerekir. Başkasına kulak veren bir öznellik, bu edilgenlik döngüsünü kırabilir. Burada “seyirci” ve “tanık” kavramları sık sık karşımıza çıkıyor. Yine Arendt’i hatırlarsak onun da seyirciliğe yaptığı vurgu benzer bence. Seyretmekten ve tanık olmaktan kaçmamak, ıstırabı dinlemek demek. Adorno açısından ise mesela bu ıstırabı duyma işi bir seyretme işinden ziyade bir deneyimleme meselesi, acıyı çekenin acısını tasvir etmeksizin hissedebilmek demek. Belki senin Levinas’ta bahsettiğin, “teninin altına sinen hissediş”le bunun da bağı kurulabilir, fakat bu deneyimi yaşamak için Adorno’ya göre etkin bir özellik içerisinde nesnel problemlerle, mevcut durumla ilgilenmem gerekiyor. Bu deneyimi de bize ancak sanat verebilir, avukatın konuşamayan katibi anlama çabasıyla Melville’in bize nesnel acıları hissettirmesi gibi. Her ne kadar bazı konularda farklı yönlere düşseler de Arendt de Adorno da sanatın sunduğu deneyimin bizi başkalarını dinleme imkanı yarattığı konusunda hem fikir. Sence gerçekten de sanat bize umut verebilir mi, başkasını dinlemeyi öğretme konusunda?

E.Ş.: Başkasının acısını, incinebilirliğini duyma konusunda Levinas, Adorno’nun yanına yaklaşabilir gibi geliyor bana. İki düşünür arasında bahsettiğin farklılık tabii ki çok önemli; ama zihnimde bu iki düşünürü diyaloğa soktuğumda sanki hemen bu konuda konuşurlarmış gibi geliyor. Sanat konusunda anlaşabilirler mi bilemiyorum, ama ıstıraba ses verme konusunda sohbet edebilirler bence. Bilirsin Adorno, “ıstıraba ses verme ihtiyacının, bütün hakikatlerin önkoşulu” olduğunu söylüyor, ve şöyle devam ediyor; “çünkü ıstırap, öznenin omuzlarına binen nesnelliktir”… Buradaki “ses verme” ifadesi, bir ses dayatma anlamında değil; daha ziyade, kulak verme, duyma, duyulur kılabilme anlamında. Oysa anlama amacıyla yönelmek, başka insanı nesneleştirmeye ve bir tür nesnellik dayatmaya varabilir. Hakikatin önkoşulu olan duyuş, kavrama ve kategorize etme öncesi bir duyuş belki de. Sen de biraz önce buna benzer bir şekilde ifade ettin: “tasvir etmeksizin hissetme” dedin… Sarsıcı bir duyuş tabii bu; çünkü en öznel olanın, tüm temsil rejiminin ötesinden, onu delip geçerek kendini duyurması söz konusu: bastırılan çığlıklar, iniltiler, feryatlar biçiminde belki de. Kulağımızın alışık olmadığı biçimlerde… Şöyle de anlatabiliriz: Bu dışsallık yeni bir tonalite sunuyor; dolayısıyla kulakların da yeni bir biçimde akort edilmesi gerekiyor; daha keskin, daha hassas bir duyuş edinebilmek için. Kendisine de meydan okuyan bir duyma biçimi bu aslında, kendisini olumsuzlayan, kendine karşı çalışan ve bu sayede, duyulmayanı özgür kılabilen. Somutlamam gerekirse; Adorno’nun atonal müziğe düşkünlüğünü biliyoruz. Negatif diyalektiğin, düşünceyi kendisine karşı işleten hareketi atonal müzikte de var. Tonal armoninin beklentilerini boşa çıkıyor; bir kaybolmuşluk hissi veriyor bize; köksüzlük, evsizlik, daimi bir sürgün. Hatta bir tür kendini kendinden sürme. Biteviye eleştiri, yani. Adorno’nun Schönberg’in müziğine “yeni müzik” demesinin sebebi de bu. Schönberg’le ilgili kısa bir anekdot da anlatayım: Konservatuarda kompozisyon dersleri verirken, bir öğrenciyi tahtaya kaldırmış ve bir kompozisyon yazmasını istemiş. Öğrenci bunun müthiş zorlu bir deneyim olduğunu aktarıyor; çünkü Schönberg, öğrencinin yazdığı her notaya müdahale etmiş; “içinden gelene, armoninin doğal akışına, güzel duyulana karşı koy” demiş! “Yazmak istediğini yazma” diyor yani, “kendine karşı duymayı” öğretiyor bu yöntemle. İşte daimi ve teyakkuz halindeki kendini olumsuzlama hareketi böyle bir şey. Tıpkı negatif diyalektiğin olumsuzlama hareketi gibi. Ve evet, umut potansiyeli burada yatıyor. Dışsalda, anlam ufuklarının ve alışkın olduğumuz tonalitenin dışında… Umudu, genellikle, iyimserlikle, pervasızlıkla ve naif bir hayalcilikle ilişkilendiriyoruz. Yenideki, dışsaldaki umut böyle bir umut değil. Terry Eagleton’ın dediği gibi “iyimser olmayan bir umut”: Felakete gözlerini diken ve ona rağmen kendini, hayal gücünün sınırlarını çatırdatmaya zorlayan bir umut. Beklentilerin ötesinde. Bu yüzden de bugün onunla karşılaşsak da henüz anlayamayacağımız bir umut potansiyelinden bahsediyorum. Benjamin’in geçmişteki gelecek imkanlarını kazma önerisi de yine bu tip bir radikal umutu çağrıştırıyor belki de. “Radikal umut” terimi, Jonathan Lear’e ait bu arada, onu da ekleyeyim… Müzikten bahsetmişken sanat konusuyla devam edelim mi? Senin sanat felsefesi çalıştığını da biliyorum çünkü. Yaşanmayan yaşamda sanatın yeniyi ışıtma, ütopyacı düşünceyi işletme ve umut potansiyelini de barındırdığı tespitine dayanarak, dinleme ve konuşma temasını çağrıştıran, sana, sözcükler olmadan konuşan bir eser var mı?

T.G.E.: Evet çok var kuşkusuz! Seni dinlerken “felakete gözlerini diken umut” ve Benjamin deyince aklıma tarih meleği geldi doğrudan. Ama asıl olarak düşündüğüm podcastimizin afişi için seçtiğimiz, muhtemelen dinleyicilerimizin şu anda ekranda görebildikleri, Magritte’in “Dinleme Odası” (La chambre d’ecoute, 1958) adlı resmi. Magritte’in genellikle felsefe konulu etkinliklerde en çok başvurulan görsellerin yaratıcısı olması klişe olmaktan ziyade, haklı bir seçim ve ressamın felsefeyle ilişkisini düşününce elbette tesadüf değil. Fakat benim için bu eserin önemi adıyla önem kazandı daha çok, tam da konuşma ve dinlemeyi ele aldığımız bir sohbette bir odaya zar zor sığan koca bir elmanın dinleme ile ilişkisi nedir gerçekten? Elbette resme dair birçok analiz yapılabilir fakat resme baktığımda benim ilk aklıma gelen görme ve işitme arasındaki ilişki oldu. Sohbet boyunca anlatmayı, dinlemeyi konuşurken aslında değinip geçtiğimiz yer bir de “görmek”e dairdi… “Yüz”den bahsederken, sosyal medyadaki görünürlükten bahsederken de bir temsil rejimi olarak “görünen” ve “görünür olmayanları” da konuştuk. Tam da görüntünün olmadığı bir uzamdayız şu anda ama çok fazla görüntüden bahsettik. “Dinleme Odası” resmine baktığımızda yeşil elma resmi dolduruyor, odayı değil elmayı görüyorum, elma olmasa oda boş olacak ve ses yankılanacak diye tahmin ediyorum. Fakat elma hem görüneni hem de sesi boğuyor sanki. Görünmeyeni görmek ve işitilmeyeni işitmek için ise -çokça vurguladık- mesafeye ihtiyaç var. Gözümün önüne kadar sokulan bir şeyi tam göremem, çok yüksek seste bir sesi de duyamam, uzaklaşmam gerekir bir miktar. Konuşmak tam da konuşlanmak, mesafelenmek ve duyabilecek kadar yakın olmak demek. Oysa bu odada mesafe yok, ne bakışımla elma arasında, ne de elma ile oda arasında, yani bu dinleme odası pek de dinleme odası değil gibi. İşitmek için bakışın mesafesi olması gerektiğini anlatıyor gibi çünkü. “Dinleme Odası” isminin paradoksal yapısı bu, hiçbir sesi dinleyemeyecek kadar dolu bir oda. Fakat bu tersindelik, dinlemenin imkansızlığını anlatan bu imge, bana ütopyayı da çağrıştırıyor. Ütopya da tam bu olsa gerek; yine Adorno’yu hatırlarsak sözcüklerle tasvire gelmeyen fakat yine de orada olan bir anlama-anlaşılma imkanı. Magritte’in resminde bana umudu ve ütopik kaçış hissini veren de, bu klostrofobi yaratan, mesafesiz odadaki kapalı pencerecik. Camdan mavi gökyüzünü ve bulutları görebiliyorum. Sanki pencereyi açsam dışarının sesi içeri dolacak veya ben oradan dışarı seslenebilecekmişim gibi; sesim içerde boğulmadan! Bu da bana senin başta söylediğin dışardan gelen sese, narsisizmimi kıran sese, ıstıraba kulak vermeyi, umutsuzluktan umut çıkarmayı çağrıştırıyor… Bu yüzden Magritte’in bu resmi beni çok etkiledi ve bizim sohbetimizdeki konuşma ve dinlemeye dair bir imge çıkarabileceğimizi düşündüm. Dinleme odasındaki pencere ve duyamadıklarım, göremediklerim meselesi Sait Faik’in “hiş hişt” öyküsünü de hatırlatıyor. Görünmez biri bana “hişt, hişt” diye sesleniyor ve dönüp bakıyorum. “Nereden gelirse gelsin bir hişt sesi gelmedi mi fena” diye bitirir ya Sait Faik o öyküyü, işte bu “Dinleme Odası”ndaki pencere de, toplama kampındaki köpek Bobby de, seni bahsettiğin koalanın yüzü de belki bize “hişt hişt” diyorlardır, dönüp onlara bakabilelim diye… Görünmezler ama sesleniyorlar. Onları duymak ve görmek için biraz emeğe, sabra ihtiyacımız var gibi. Tabii biraz da sessizliğe ihtiyaç var elbette, çok gürültülü bir yerde o sesi duymamız çok zor… O yüzden burada noktalasak mı ne dersin? Senin eklemek istediğin bir şey var mı?

E.Ş.: Tabii olur. Çok teşekkürler bu güzel fırsat için Güneş! Seninle sohbet etmek; mesafeleri, ortak dertlerimizi birlikte düşünerek ve sevdiğimiz düşünürlere de uğrayarak kat etmek benim için unutulmaz bir deneyim oldu.

T.G.E.: Ben çok teşekkür ederim Elis, konuşarak birbirimize konuk olduğumuz için, dinleyenlere de kulak verdikleri için. “Bildiğimiz dünyanın sonu” temasıyla ilgili bizden sonra başka konulardaki podcastlerimiz başka konuşmalarla devam edecek, umarız biz de yaşanmayan yaşamda konuşmak dinlemek konusunda bir pencere açabilmişizdir.