Karantinadaki Leviathan

Leviathan‘ın ilk baskısının (1651) o ünlü iç kapağı, gravürcü Abraham Bosse tarafından Hobbes ile yakın iş birliği içinde tasarlanmıştır. Ellerindeki devasa kılıç ve asayla şehrin ve ülkenin üzerinde yükselen bu heybetli beden, egemenlik figürü, tedirgin edicidir; en azından modern bir duyarlık bakımından. Erken modernliğe özgü hasırdan bir devi andıran [Wicker Man][1] bu suni bedenin içine tıka basa doluşmuş tüm insan öbekleri, bütün uyruklar, bakışlarını hükümdara yöneltmişlerdir. Egemenliğin Stuart bukleleriyle çevrili yüzü merhamet saçmak için tasarlanmış olsa da bu donuk bakışlar bana ifadesiz görünüyor.

Hükümdarın hemen altındaki şehirde işlerin düzen içinde olduğu görülmektedir. Ama nasıl bir düzen? Şehrin pek hareketli bir yer olduğu söylenemez. Daha ziyade Bruegel’in tablolarının antitezi gibidir. Yaşanmış bir hayatın tuvale dökülen hengâmeli bolluğundan ziyade steril bir düzen söz konusudur burada. Kaynayan kalabalıklar yoktur, çeşitlilik yoktur, etkileşim yoktur: aslına bakılırsa görünürde canlılık yoktur. Şehrin çekici meydanlarında ve caddelerinde kimse bulunmaz (şehir surlarının ötesindeki kırsal alan da benzer şekilde insansızlaştırılmıştır). Yarım düzine kadar insan şehrin bir tarafına canlılık katmaktadır; ancak bunlar da kimileri burçlarda devriye gezen, kimileriyse tören alanında bulunan asker ve mızrakçılardır.

Üstelik kapağın tam ortasında, bu boş şehri arşınlayan iki figür yer almaktadır. Giysileri, havayı filtrelemek amacıyla sirkeye batırılmış şifalı otlar veya süngerler içeren karakteristik gagalı maskeleriyle bu kişilerin veba doktoru olduklarını göstermektedir. Ben bu iç kapağı birçok kez incelemiş, öğrencilerle tartışmış ve hakkında çokça okumuş olsam da bu figürlerin farkına hiçbir zaman varmamıştım; ta ki Francesca Falk’ın, Bosse’un gravüründeki veba doktorlarına ilişkin önemli bir tartışmayı içeren, Eine gestische Geschichte der Grenze (Sınırın Jestsel Tarihi-A Gestural History of the Border) kitabı hakkında uyarılana kadar.

Sahne aydınlık ve güneşli -karadaki koşullar, devlet karasularının ötesinden denize uzanan tehdit edici fırtına bulutlarınca dengelenmiş-, bina ve ağaçların oluşturduğu gölgelere bakılırsa neredeyse gün ortası. Başka her şeyin olabileceği bir zamanda, bir avuç asker ve sağlık görevlisi dışında kimsenin bulunmadığı ıssız bir şehir. Şehrin karantinada olduğunu hayal etsek çok mu abartmış oluruz?

Hobbes vebaya yabancı değildi. Erken modern dönemde İngiltere, neredeyse her on yılda bir, bazıları kentsel ölüm oranının yüzde 20’ye kadar çıkmasıyla sonuçlanan ağır salgın dalgaları yaşamıştı. Hobbes’un öğrenci olarak fazladan geçirdiği bir yıl -mezuniyeti olması gerekenden daha uzun sürmüştü- Oxford’u hem 1606 hem de 1607’de kasıp kavuran veba nedeniyle münazaraların (sözlü sınavlar-determinations) iptal edilmesinden kaynaklanmış olabilir.

Hobbes, Thukydides’in Peloponnessos Savaşı Tarihi’nin ilk İngilizce çevirisini 1620’lerin sonunda yaptı (otobiyografisinde “Beni Thukydides kadar memnun eden kimse yok” diye yazmaktadır). Peloponnessos Savaşı’nın ikinci yılında (MÖ. 430) başlayan veba, Atina’yı harap ederek Perikles de dahil olmak üzere belki 100.000 vatandaşın canını almıştı. Thukydides’e göre, insanlar yaklaşmakta olan ölümün farkındalığına kesin bir çöküntüyle karşılık vermişler ve şehir kaosa sürüklenmişti. Hobbes’un çevirisiyle aktarılacak olursa:

İnsanları ne tanrı korkusu ne de kendi yasaları korkutuyordu: Tanrı korkutamazdı, herkesin aynı şekilde yok olduğunu gördüklerinden ibadet etmekle etmemenin aynı şey olduğu sonucuna varmışlardı. Yasalar da korkutamazdı, çünkü kimse, işlediği suçların cezasını çekecek kadar uzun yaşayacağını beklemiyordu.

Thukydides’in veba anlatısı, seküler otorite korkusunun yerine şahıs olarak hayatta kalmaya ilişkin kör paniği geçirdiğinizde, sosyal düzenin yasal ve geleneksel temellerinin çözüleceğini öne sürer. Bir geleceğim olduğuna dair gerçekçi bir beklentim olmaksızın, eylemlerimi yasalar ve gelenekler temelinde planlamam nasıl beklenebilir?

Thukydides’in veba yorumundan su yüzüne çıkan önermeler Leviathan‘ana da can vermektedir. Ancak, düzenden kaosa doğru kateden tarihsel olayların bir anlatısından ziyade Hobbes, doğa halindeki barbarlıktan devlet içindeki medeniyete yönelen karşı yörüngenin ele alındığı sistematik bir düşünce deneyi sunar. Korku, insanlığın doğa durumundan çıkmasında olduğu gibi, bir kez tesis edildikten sonra medeni durumun muhafazasında da yapılandırıcı bir rol oynar. Leviathan bir açıdan yasa üretmek amacıyla tertip edilen bir makineyse eğer, diğer açıdan bizi itaat etmeye meylettirecek denli korkunç bir yaratıktır. Hobbes’a göre, başka ne yaparsa yapsın devletin muhakkak kıvırması gereken numara, hayatta kalmak konusunda panik yapmak için gerçek bir nedenimizin olmamasını sağlarken, aynı anda kuralları çiğnemekten korkmamızı da sağlamaktır. Bernard Williams düzeni, korunmayı, güvenliği ve güveni sağlama alma ihtiyacını ‘ilk siyasi sorun’ olarak tanımlar: Bu sorun çözülmediği sürece, iş birliğinin koşulları mevcut olmayacağı gibi, ondan isteme ihtimalimiz olan diğer şeylerin devlet tarafından temin edilmesi de mümkün olmayacaktır.

Çoğu zaman Hobbes’un, öncelikli olarak savaş ve isyan gibi devlete dönük siyasi tehditlere kafa yorduğu düşünülür. Gelgelelim iç kapakta veba doktorlarının da yer alması, onun çok daha geniş bir kamu güvenliği perspektifiyle çalıştığını gösteriyor. Hobbes Thukydides sayesinde, şehir surlarına yapılan saldırıların farklı biçimler alabileceğini, bunların askeri olduğu kadar biyolojik ve psikolojik saldırılar da olabileceğini biliyordu. Veba doktorlarını hesaba katması, Hobbes’un, tıbbi ve düzenleyici önlemlerin işe koşularak salgın hastalıklara karşı korunma sağlanmasını devletin başlıca görevlerinden biri olarak gördüğüne işaret etmektedir. İngiltere’de vebayla başa çıkmak için ülke çapında koyulan ilk kurallar, Danışma Meclisi’nin [Privy Council] hasta ve ailesinin altı hafta boyunca ev hapsine alınmasını emrettiği 1579 yılına (Hobbes’un doğumundan birkaç yıl öncesine) dayanır. Tıp ve bilim, Hobbes’un yaşamı boyunca önemli ölçüde gelişmiştir. 1666’da, Büyük Veba’dan hemen sonra, hastanın geniş topluluktan izole edilerek tedavi edildiği, maliyeti ülke çapında toplanan vergilerle karşılanan karantina evleri oluşturulmuştur.

Leviathan’ın iç kapağının normal veya idealize edilmiş bir sahneyi takdim ettiğini farz etmek hiç de rahatlatıcı değil. Koruma görevlilerinin varlığının yanında vatandaşların tümden yokluğu, şehre kalıcı bir sıkı yönetim altında bulunma havası vermektedir. Bu, bir asır sonra David Hume’un, askeri kampların “şehirlerin gerçek anaları” olduğuna dikkat çekmesinin görsel bir tasviri gibidir. Savaş, devrim ve veba gibi şokların yıkıcı gücüne dikkat kesilen Hobbes, abluka zihniyetini benimsemeye zorlanan tecrit altındaki bir nüfusun, daha gizli saklı ama yine de tehdit edici duruşunu küçümser. Oysa gerçeğin üstündeki perdenin korkuyla aralanması bugün de iş başındadır. “Normal” zamanlarda bile şehirlerimizin kamplara benziyor oluşunu belki kısmen önemsemeyebilir, kimi durumlarda geçici olarak kamplara dönüşmeleri gerektiğini kabul edebiliriz. Fakat çıplak hayat yeterli değil. Sadece korunmak değil, yaşamak da istiyoruz.

 

* Thomas Poole, Hukuk Profesörü, London School of Economics and Political Science.

Yazının orijinali için bkz. https://www.lrb.co.uk/blog/2020/may/leviathan-in-lockdown.


[1] Kelt paganizminde rahiplerin hasırdan yaptıkları ve yakarak kurban ettikleri devasa heykel. (çn.)