Okulun Giriş Kapısında Dövülenler

ViraVerita bundan tam yedi yıl önce, 25 Kasım 2013’te yolculuğuna başladı. O zamandan beri her sene 25 Kasım’da, yayına başlamamızın yıl dönümü vesilesiyle, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne dair farkındalık oluşturmak amacıyla bir yazardan “toplumsal cinsiyet ve şiddet” hakkında bir yazı kaleme almasını rica ediyoruz. Yedinci yılımızda da Sevilay Çelenk bizleri kırmayarak bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Kıymetli katkısı için kendisine çok teşekkür ediyor, şiddete yönelik farkındalığımızın ve eleştirelliğimizin hayatımızın her alanında canlı kalmasını ve şiddete karşı mücadelenin güçlenmesini temenni ediyoruz.

* * *

Pandeminin geçtiğimiz mart ayından itibaren hepimizi etkisi altına alan birinci dalgasından sonra aylarca müthiş bir konsantrasyon güçlüğü yaşadım. Film izleme ya da roman okumaya pek tahammülüm kalmamıştı. Sanırım bu süreç birçoğumuzda bilhassa ilk dönemlerinde dikkat dağınıklığı gibi böyle depresif hallere de neden oldu. Geçtiğimiz günlerde uzunca bir aradan sonra arka arkaya filmler ve diziler izlemeyi başarınca, “şeytanın bacağı kırıldı demek ki” dedim. Kargaları Hatırlıyorum (2018) ilk izlediğim filmlerden biri oldu. Belgesel kategorisinde bir Brezilya filmi. Yönetmen Gustavo Vinagre kuir sanatçı Julia Katherine’e kamerasını yöneltiyor. Bir yönetmenden söz edilse de esas olarak film Julia’nın filmi. Onun oyununu ve onun hikayesini onun yönettiği biçimiyle seyrediyoruz aslında. Uzun bir ara sonrasında izlediğim bu film neredeyse bir buçuk saate yakın süren bir monolog. Julia küçük odasında oturmuş, kendisine aşağı yukarı hep aynı mesafeden bakan bir kameraya farklı açılardan oto-biyografik bir performans sunuyor. Performans dediysem en minimal halini hayal edin. Bir kameraya, çoğunlukla oturduğu yerden kimi zaman da ayakta, konuşup duruyor. Anlattığı mahrem hikayenin kendisine yaşattığı mahcubiyet, özlem, kırgınlık gibi bütün duyguları da elleri, mimikleri ve bedeninin küçük devinimleri dışa vuruyor.

Kendini tanı(t)ma gücü: Kargaları hatırlıyorum

Brezilyalı bir baba ve Japon bir annenin çocuğu olan Julia’nın hikayesi müthiş sert bir hikaye. O sertlikten bu kadar şiddetsiz bu kadar sakin bir hikaye çıkarması olağanüstü etkileyici. Oysa Julia’nın hayatı şiddetin her türüyle – duygusal, fiziksel, cinsel- iç içe akmış. Bu akıştaki sertliği o bambaşka bir kurguya oturtmuş, sanata ve yaratıcı performansa dönüştürmüş. Aşk, mutluluk, sevinç gibi bütün duygu halleri bu şiddet fonunda yaşanmış. Süreğen bir uykusuzluk çekiyor. Uykusuzluk hastalığından mustarip. İşte o uykusuzluklarının içinden çıkardığı filmler var. Film yapıyor. Senaryo yazıyor. Julia bir sinefil zaten ve eski bir porno yazarı. Bu film de uykusuz gecelerinin birinde çekilmiş. Bu denli sert bir hayatın hikayesini bu kadar yumuşacık bir anlatımla dışa vurmasında insanı derin biçimde mahcup hissettiren bir şey var. Bu mahcubiyeti hâlâ hissediyorum ama mahiyetini açıklayabilmem çok zor.

Videonun ilk keşfedildiği dönemlerde feminist video sanatçılarının videonun sunduğu imkanları coşkuyla kutlayıp oto-portreler çektiklerini hatırlıyoruz. Bu oto-portreler sayesinde kendi bedenlerini başka (eril) bir bakışın nesnesi olmaksızın kameraya sunma, bir bütün olarak görme ve keşfetmeyi önemsemişlerdi. Julia da kamera karşısında konuşurken muhtemelen kendini yeniden ve yeniden keşfediyor. Biz de belki onun tuttuğu aynada kendimize bakabilir, göremediğimiz yönlerimizi görebilir ve hepimizi içine çeken karanlığı yoklayabiliriz. Karanlıktan öğrenmek de var üstelik. Murathan Mungan, “Herkes ve birkaç kişi” başlıklı şiirinde, karanlıktan öğrenemeyenlere boşuna sitem etmiyor.

“…

Her şey, herkes için değildir oysa

Kimi hiçbir şey öğrenmez karanlıktan

…”

Julia’nın bu kuir performansı, kuir mücadelenin de feminist mücadelenin de bir yönüyle hep kendini tanımakla, kabullenmekle ve görmekle ilişkili bir mücadele olduğunu görmemize imkan tanıyor. Bu tanıma aynı zamanda bir güçlenme imkanı. Kendini tanı(t)mak -Julia’nın bu tanıma anlarını paylaşmasında olduğu gibi- aynı zamanda hayatın sert yüzüne çarpmış herkese güç verebilir. Feminist mücadelenin deneyim paylaşımları aracılığıyla kadınların güçlenmesi mücadelesine sunduğu katkıya her birimizin minnet borcu yok mu?

Julia 8 yaşından itibaren büyük amcasının (annesinin amcası) istismarına maruz kalıyor. Ta ki yaşı büyüyünceye ve büyük amcası için biraz “yaşlı” oluncaya kadar. Böyle söylüyor Julia. Bir pedofil ile karşı karşıyayız yani. Fakat yine de bu sadece benim yaptığım bir tanımlama. Tam da bu nedenle böyle yazdığım için de ikircim yaşıyorum. Julia bu şekilde aktarılmasını ister miydi diye düşünüyorum. Zira Julia’nın kurduğu anlatı tam olarak bu değil. O daha ziyade şöyle bir anlatı kuruyor. Tabii ki belgeselin İngilizce altyazılardan aklımda kalan biçimiyle aktarmaya çalışacağım: Sekiz yaşımdan itibaren 55 yaşındaki bir adamla, büyük amcamla, annemin amcası ile bir ilişki yaşadım. Babam yok, annem zaten amcayı bir kahraman olarak görüyor. Benim için de bir baba figürü. Bir baba figürü ama bana kendimi ilk kez bir “kız çocuğu” gibi hissettiren biri aynı zamanda. Bana [yani bir oğlan çocuğuna/erkek olarak cinsiyet kimliği atanmış birine] bir kızmışım gibi davranan ilk kişiydi diyor. İkisinin özel bir dünyası olduğunu anlatıyor. Julia ancak otuzlu yaşlarında gördüğü terapi sonrasında bunun pedofili olduğunu anlıyor: Beni kurbanlaştırdığını anladım diyor ama aynı zamanda kendimi kurban olarak da görmüyordum, çünkü o benim için önemli biriydi. Onu haklılaştırmaya çalışmıyorum diyor… Desteklemeye çalışıyorum gibi gelse de onu desteklemiyorum diyor.

Julia’nın maruz kaldığı ağır cinsel istismarı anlatırken kendini “kurban” olarak görmemek yönünde yaptığı seçimin, bunu özel bir ilişki olarak görmeye dönük tercihinin Julia’nın yetişkinlik dünyasında yetişkin bakışıyla yaptığı bir müzakere sonucunda yapılmış bir tercih olduğu açık. Sekiz yaşındayken kendimi bir “kurban” olarak görmüyorum, “Bunu ben istiyorum, yaşıyorum, bu benim ilişkim” diyeceği bir irade bir yana, böyle dilsel ve de zihinsel bir yetkinliğe sahip olduğu düşünülemez. Tabii ki küçük bir çocuk olarak deneyimlediği bu “ilişki” yanılsamasının psikolojisinde yarattığı travmatik etkiyi o zaman kavradığını da öne süremeyiz. O sanırım sadece o dönem bir biçimde hayatında baba dahil eksik olan şeyleri telafi etme imkanına sarılıyor ve -bir erkek olarak kendine atanan kimliğin kıskacını henüz tam teşhis edemese de- bir kız çocuğu davranışıyla muhatap olmanın verdiği tamlık yanılsamasına tutunmaya çalışıyor. Böyle düşünüyor insan. Yine de bunların hepsi sadece kendi öznelliğimizle damgalanmış birer düşünce. Çünkü bu başkasının çocukluğu ve pek çoğumuz bu çocukluğun travmalarını ve arayışlarını her yönüyle kuşatacak bir kavrayışa sahip değiliz. Hakkında hiçbir iddia öne süremeyeceğimiz bir konu. Bunu belki bir çocuk psikoloğu yeterince açıklayıcı biçimde değerlendirebilir. Fakat işte her durumda Julia’nın deneyimi yorumlayanın terimleriyle ve Julia’nın kendi gerçekliğinden, deneyiminin biricikliğinden ayırarak kavramlaştırılmış olacak…

Julia’nın sözlerinde yine de benim dikkatimi, “kurban olduğumu düşünmüyorum” ya da diğer bir deyişle “kurbanlaşma” olarak tarif etmek istemiyorum” diyen o yetişkin çekiyor. Julia’nın kendine atfettiği güç -ki bu aynı zamanda sekiz yaşındaki bir çocuğa da atfedilen bir güç- çok düşündürücü geliyor. Burada kendisini bir şiddetin dışına çekip çıkarma çabası var. Kurban olduğuna ikna olmamak cinsel istismarı ya da cinsel şiddeti reddetmek anlamına gelmiyor. Julia daha ziyade kendisiyle ilişkili bir şey yapıyor. Kendisine şiddetin diliyle bakmayı oradan sabit ve değişmez bir “kurban” kimliği üretmeyi reddediyor. Bu kimliği aşma ve bu tanımı dönüştürme çabasını içeriyor yaptığı şey. Yoksa zaten Julia aynı zamanda bunun istismar olduğunu terapide anladığını da açıkça söylüyor.

İnsanın zihnini kurcalayan rahatsız edici ya da huzursuzluk verici bir mesele varsa baktığı her yerde onunla ilgili bir şey de görüyor. Sanırım Kargaları Hatırlıyorum biraz bunu yaptı bana. Bu rahatsızlığa şimdilik sadece değinip bir süreliğine burada bırakayım. Yeniden döneceğim.

Julia sekiz yaşında bir çocuğa, o dönemki psikolojik ihtiyaçlarını, ıstırabını ve tamamlamak istediği şeyin ne olduğunu anlamak istediği bir noktadan bakıyor. Kimseyi aklamak, meşrulaştırmak ya da desteklemek için değil tam da kendini “kurban” olarak görmenin güçsüzleştirici yanına direndiği, bu güçsüzleştirici etkinin bugünkü kimliğini rahatsız etmesine izin vermediği için bu tanımı reddediyor.

Bu noktada da tartışma imkanını derinleştirmek için Butler’in George Yancy ile yaptığı bir söyleşide dile getirdiklerine bakalım. Butler şiddetin eril ya da maskülen olmadığını, erkeklerin genlerinden gelen ya da erkekliğin tanımına yazılı bir şey gibi düşünmediğini söylüyor. Şiddetin yapısal olduğunu, eril tahakküm yapılarından ve patriyarkadan söz edilebileceğini belirtiyor. Bu sözlerin devamı bence çok önemli. Biraz uzunca bir alıntı yapma pahasına burada yer vereceğim. Şöyle açıklıyor Butler:

Bu türden edimleri teşvik eden, izin veren ve aklayan toplumsal yapılar içerisindeki bireysel şiddet edimlerini nasıl anlayacağımızı bulmak zordur. Bunun nedeni, ömrünü sonuna kadar toplumsal yapılar içerisinde geçiren sosyal varlıklar olmamız olabilir. Fakat bu yapıları değiştirmek için bir miktar gücümüz var. Dolayısıyla, erkek bireylerin (male individuals) bahane olarak “toplumsal yapılar”ı gösterebileceğini sanmam; örn., ‘Eril tahakkümün toplumsal yapısı bu şiddet edimini gerçekleştirmeme neden oldu.’ Aynı zamanda, bu yapıları nasıl taşıdığımızı, yeniden ürettiğimizi ya da direttiğimizi kendimize sormak hepimizin boynunun borcudur.[i]

Julia’nın kendisine yönelen şiddeti anlatırken bu yapıları taşımayı ve yeniden üretmeyi reddettiğini, buna direttiğini görmek mümkün. Bir çocuğun esasen orada olmayan gücünü canlandırmaya çalışıyor Julia. Orada onu kurban olarak konumlamayı ve bu kimliği sabitlemeyi reddediyor. Julia o çocuğu “anlıyor.” Kendisi olarak değil, o gün oradaki çocuğun çaresizliği içinde kendisine yarattığı “özel ilişki” evrenini -ki bu evrenin bir yanılsama olduğunu bilmediğini mi sanıyoruz- anlıyor. Esas mesele bu… Hakikatten kaçmak değil, katmanlarını görmekle ilişkili bir şey. Tekrar etmek gerekirse bu anlama orada 55 yaşındaki adamın bir pedofili ve bir istismarcı olduğu gerçeğini yadsımayan bir anlama. Ben de Julia’yı anlamanın, onun oto-biyografik anlatısını kurarken şiddet yapıları içinde yer almayı ve yeniden üretmeyi reddeden dilini anlamak olduğunu ve bunun güçlendirici olduğunu düşünüyorum.

Julia okul döneminde de yine küçük yaşta matematik öğretmenine aşık olmuş, onunla ilişkili duygularını ve yaşadıklarını bir arkadaşıyla paylaşmış. Tabii bu bilgi hızla okulda yayılmış, Julia feci biçimde bir dayak yemiş ve yalancılıkla suçlanmış. Belgesel çekimi esnasında “Seni nerede dövdüler” diye sakince soran yönetmene, “Okulun giriş kapısında” diye cevap veriyor. Nedense böyle bir şiddet hikayesi karşısında sorulan ve gereksiz görünen bir soru bu şekilde cevaplandığında her şey başka türlü oluyor. “Okulun giriş kapısında dövülmek.” Kurumsal hayatın ilk basamağında… Bazıları ilk “dayağı” daha girişte yer. Sonrasında mütemadiyen şiddetin içine çekilir ve şiddeti kimliğinde taşır. Julia’nın rıza göstermediği ve boyun eğmek istemediği şey de bu olsa gerek.

Şiddet yapıları derindir. O derin yapıları yeniden üretmemenin bir yolu da orada tam olarak ne olduğunu “anlamakla” ilişkili. Elbette “tam anlamanın” mümkün olmadığını da aklımızın bir köşesinde tutmak. Neyin ne olduğunu, neyin ne olmadığını ve her şeyin her şeyle aynı anlama gelmediğini anlamak. Bu da derinliklere açılma çabasıyla mümkün, zira sığlıkta kulaç atamayız…

Julia’nın bir buçuk saatlik monolog olarak işittiğimiz yumuşacık sesinin gücü, şiddetsizliği seçmekteki kararlılıktan geliyor.

“Şiddetsizliğin Gücü”

ViraVerita’nın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele gününde eril şiddetin eleştirisine ayırdığı sayfalarda bu kez benim yazmam istendiğinde, “şiddet” meselesiyle bağlantılı olarak zihnimde bu konu dolaşıyordu. Üstelik dünya üzerinde her gün yüzlerce kadın erkek şiddetinin hedefi olurken, Judith Butler’ın bu yıl yayınlanan kitabında Şiddetsizliğin Gücü konusuna eğilmesini de bu bağlamda düşündürücü buluyordum.

Oysa elbette 25 Kasım’da yükseltilmesi gereken ses erkek şiddetine karşı bir ses olmalıdır. Çünkü erkek şiddeti hiç hız kesmeyen ve medyanın görüş alanımıza getirdiği vakalara göre giderek daha da zalimleştiği açıkça anlaşılan bir şiddet. Erişebildiğim son verilere göre dünya üzerinde sadece kayıtlı vakalara bakıldığında bile her gün ortalama 137 kadının katledildiği görülüyor.[ii] Yüz binlerce kadın her gün fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik şiddete maruz kaldığı hayatlar sürüyor. Öyle bir şey ki sayıları dile getirmek bile artık utandığımız ve imtina ettiğimiz bir şey. Zira “Bir kişi bile eksilmeyeceğiz!” derken niçin dehşetin karşılığını sayılarda arayacağız ki? Durum böyle ve biz neredeyse her gün bir başka kadının yasını tutuyoruz. Bundan sekiz ay önceki bir haber Özgecan’dan sonra 2 bin kadının daha öldürüldüğünü söylüyordu.[iii]

Münevver Karabulut’un Şule Çet’in, Ceren Damar’ın, Zeynep Hüsünbeyi’nin, Buket Yıldız’ın… Çok daha öncesine dönüp yeniden Bergen’in, Konca Kuriş’in ölümlerine tekrar tekrar isyan ediyoruz. Dilimizin döndüğünce yazıyor kısacık hayatlarının ve zalimce öldürülmelerinin toplum hafızasında kayıtları olsun istiyoruz. Adalet istiyoruz.[iv] Bu isimler hakkında yazmak yanında, toksik erkeklikler, kendi şiddet deneyimlerini dile getirmeye davet edilen erkeklerin yüzleşme becerisi gibi konular, benim de sadece son bir iki yılda yazdığım konular arasında yer almış. Açıkçası erkek şiddetine dair bu çerçevede başka ne yazabileceğimi şu an için gerçekten bilemediğim gibi, şiddet meselesini mütemadiyen bu veçhesiyle konuşmaya karşı içimde bir yılgınlık da var.

“Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” dediğimiz her seferde onlarca, yüzlerce, binlerce eksilmeye devam etmişiz… Bir noktadan sonra bu kadar şiddet yüklü hayatlar içinde başka ne yaptığımız ve birbirimizi nasıl güçlendireceğimiz meselesi de farklı bir önem kazanıyor. Aslında her gün şiddetin bizleri bir biçimde içine çekip çekmediği ve ilişkilerimize sızıp sızmadığını düşünme çabasını önümüze getiren meselelerle yüzleşiyoruz. Erkek şiddetini yazmaya da çetelesini tutmaya da hesap sormaya da devam edeceğiz. Ancak bazen bu mücadelede birbirimizi hayal kırıklığına uğratma, dışlama ve yalnız bırakma biçimlerimiz, değişen ilişkiler dünyasında her bağlamda bilgimizi ve ilkelerimizi yeniden ve yeniden sınayıp sınamadığımız gibi konuları irdelemek de mücadelenin ve kazanımları korumanın bir yolu. Bu yazının gayesi bu sefer biraz da bu…

Yeniden Butler’a dönecek olursak, Butler kendisiyle yapılan çeşitli söyleşilerde erkek şiddetiyle mücadele ile insan hakları mücadelesinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ve yukarıda da belirttiğim gibi şiddetin bir eril fıtrat meselesi olmadığını söylüyor. Butler’ın kuramının rehberliğinden yararlananlar arasında sadece akademisyenler değil, hak savunucuları ve aktivistler de var. Masha Gessen’in dediği gibi Butler eserlerinin ve adının yaygın bilinirliği bağlamında Batı kültüründe çok özgün bir isim ve pek çok kişi de Butler eserlerine dair bir fikre sahip. Ancak Gessen şunu da ekliyor “onun bazı anahtar ifadeleri, dilsel temeller haline geldi; örneğin, ‘toplumsal cinsiyetin performatifliği’. Ancak anaakıma[v] doğru giderken, bu düşünceler kimi zaman tanınamaz hale gelecek kadar basitleştirildi ve dönüştürüldü.”[vi]

Anahtar kavramlarla (ya da kuramla) pratik alanın kilidini açmaya çalışırken bu kavramları tanınmaz hale getirmenin çeşitli biçimlerini kendi grup pratiklerimizde görmek de mümkün. Bunun bir örneğini hatırlıyorum. Kadın ve lgbti+ örgütleri üyelerinin, aktivistlerin ve akademisyenlerin katıldığı ulusal bir toplantıda söz alan bir katılımcı, “bir kadın arkadaşım” diye başlamış ve devamında “kendini kadın olarak tanımlayan bir arkadaşım mı diyeyim, ne diyeyim…” diyerek duraksamıştı. Bu bana gerçekten de üzerinde düşünülmesi gereken bir duraksama gibi görünmüştü. Cinsiyet kimliği hitaplarının sorunsallaştırıldığı ya da bu sorunsallaştırmaya dair bir bilgisi olan katılımcıların yoğun olduğu bir toplantıda bu duraksamanın önemini ve yerini kavrayabiliriz. Birinin kendini tanıtırken -tıpkı akademisyen, hukukçu ya da aktivist olduğunu belirtir gibi- cinsiyet kimliğini dış görünüşüne emanet etmeyerek ayrıca “kadın” olduğunu belirtmesi o bağlamda çok anlaşılır bir şeydir. Ya da işte bir toplantı ya da yürüyüş çağrısında “natrans erkeklerin katılımına açık değildir” demekte de zaten anlaşılır bir yön vardır.

Fakat bu gibi durumlar bir yana bırakıldığında, Butler’ın cinsiyet kimliğini “performatif” niteliği etrafında tanımlarken, bizi gündelik dilde “duraksatmayı” da niyet ettiğini varsaysak bile, konuşmakta güçlük çeker hale gelmemizi isteyeceğinden çok emin değilim. Yine de üç aşağı beş yukarı aynı dili konuştuğumuzu düşündüğümüz ve içinde yer aldığımız gruplarda kimi durumlarda konuşamaz hale gelmenin daha farklı ve çok zorlayıcı yönleri de var. Ait olduğumuz feminist çevrelerde bile kimi tartışmalı konularda düşüncelerini ifade etmekten korkar hale geldiğini,” “suskunlaştırıldığını” söyleyenlere rastlıyoruz. Bir an durup böyle hissetmenin ya da hissettirmenin vahameti üzerine düşünmek yerine, bu konunun üzerinden tümüyle atlayabiliyor ve tartışmaya kaldığı yerden devam ediyoruz. Daha doğrusu devam da edemiyoruz. Oysa birisi “konuşamaz” hale geldiğini söylüyorsa burada da en azından dikkate almaya değer bir “beyanla” karşı karşıya değil miyiz? Agresif ve baskın bir sesin kendisini suskunluğa ve geri çekilmeye ittiğini dile getiren bu tür itirazların da “etik” olarak ele alınması gereken bir şey olduğunu çoğu kez fark etmiyoruz bile.

Açıkçası bu durumun feminist mücadelenin kazanımlarına epeyce zarar verdiğini görmemek mümkün değil. Butler’ın kavramlarını tanınamaz hale gelecek kadar basitleştirme bu zararın belki de en hafif biçimi. Fakat feminizm adına konuşuyor olma iddiasıyla yargılama ve dışlama faaliyeti sürdürmenin ya da itibarsızlaştırmanın zorlu mücadele süreçleri sonucunda ulaşılan kimi temel ilkelerin etkisini aşındırdığını düşünen de çok feminist var.

Zira feminist dayanışmaya, genel olarak adil olmaya ve hoşa gitmese bile sadece fikirlerimizi ifade ettiğimiz için bağlılıklarımızın olduğu gruplar içinden hedef haline getirilmeyeceğimize duyduğumuz güveni yitirdiğimizde, hâlâ bir arada durmayı nasıl anlamlı kılabiliriz? İfade özgürlüğünün başkalarının hoşuna gitmeyebilecek ve hatta şoke edici olabilecek açıklamaları da kapsaması gerektiğini bu özgürlüğü engelleyen baskıcı iktidar uygulamalarına karşı savunurken, birbirimize karşı savunamaz hale gelmemizdeki sorunu göz ardı mı edeceğiz?

Bizi ayakta tutan ilişkiler

Her şey değişirken, ilişkilerin ve hatta ilişkilerle ilişkilenme biçimimizin değişmemesi mümkün değil. Bu değişiklikler mücadeleyi de değiştiriyor. Yeniden Butler’a dönersek;

… değişim bireysel seviyede gerçekleşebilse de, onarıcı adalet modelleri bize bireylerin topluluklar ve ilişkiler bağlamında değiştiklerini ve yeni ilişki kurma modellerinin bu şekilde inşa edilerek eski ilişki kurma modellerinin yerle bir edildiğini söyler. O halde, bu, yaşam başkalarının eşliğinde yenilendiği için etiğin kişisel bir benlik yenileme projesinden daha fazlası olması gerektiği anlamına gelir. Bizleri ayakta tutan işte bu ilişkilerdir ve bu yüzdendir ki müşterek dikkatimizi ve bağlılığımızı hak ederler.[vii]

Etiğin kişisel bir benlik yenileme projesinden daha fazla bir şey olması gerektiği konusunu grup kimliği bakımından da irdeleme imkanımız yok mu? Etiğin grup kimliği (ya da benliğini) yenilemekten daha fazla bir şey olması gerektiğini tartışmak… Butler’ın aynı söyleşideki şu ifadesi mesela sisterhood kavrayışlarımızı gözden geçirmek için de -çok rahatsız edici ve acıtıcı bile olsa- bir an düşünülemez mi? “…bana göre erkeklerin kadınların yaşamlarına uygun gördükleri şekilde son verme konusundaki rahatlıklarının sebeplerinden biri, birbirlerine sessiz (ya da o kadar da sessiz olmayan) bir kardeşlik (brotherhood) paktıyla bağlı olmalarıdır. Başlarını diğer yana çevirirler; birbirlerine izin verir ve kişisel dokunulmazlık tanırlar.” Paragrafın devamında da bu dayanışma paktını bozan feminist erkeklerin bazı topluluklar tarafından dışlanma riskiyle karşı karşıya kaldıklarını, fakat ne var ki, bu tür mevkilerden feragatin tam da ihtiyaç duyulan şey olduğunu ekler. Birbirimizin kamusal sözünü, dolayısıyla “kamusal varlığını,” “uygun gördüğümüz” şekilde sınırlama, hatta sonlandırma teşebbüsündeki rahatlık ya da bu rahatlık karşısında başını öte yana çevirmede, diğer bir deyişle birbirimizi “iptal kültürüne” (cancel culture) adalet duygusunu örseleyecek yollarla teslim etmede bu türden bir sessiz paktı işletiyor olup olmadığımıza da kafa yorabilecek miyiz?

Yukarıda da belirttiğim gibi, ilişkilerimize dikkat etmek ve bağlılığımızı hak eden aidiyetler hakkında düşünme ihtiyacı duyduğum bir noktada, ViraVerita için yazma görevini üstlendiğimde, bu kez şiddeti başka bir perspektiften konuşmayı denemek istedim. Kim olarak konuşuyorum peki? Eril iktidar uygulamalarının sadece ağır hak ihlali değil, şiddet de içeren bir biçimi olduğunu düşündüğüm meslekten ihraçların muhatabı olmuş binlerce kadından sadece biriyim. Bu durum en başından beri, ülkemizin her yerinden aynı biçimde hedef gösterilen, damgalanan, terörist olarak işaret edilen kadınlarla farklı platformlarda buluşmamıza vesile de oluyor. Çoğalıyoruz bir yandan, fakat bir yandan da böyle bir şiddet ikliminde her an teyakkuzda olunmadığında aynı şiddetin aramızda zuhur etmesi ve bizi parçalaması da uzak bir ihtimal değil. Sadece bu nedenle de değil, feminist ve/ya queer literatür aracılığıyla eriştiğimiz bilgiyi ilişkilerimize bazen adeta “insan” unsurundan tümüyle sıyrılmış biçimde uyarlamamız da ciddi bir risk oluşturuyor.

İşte Gessen’in tanınmayacak kadar basitleştirilmiş ve değiştirilmiş dediği şeyi bir an için böyle anlayabiliriz. Oysa insan ilişkileri alanı nesnelerin alanından farklıdır. Matematik netliklerle sorunları görmek de çözmek de birçok durumda mümkün olmayabilir. Tekrar soracak olursam, birbirimizi konuşamaz hale getirdiğimizde neyin mücadelesini vereceğiz?

Bugün erişebildiğimiz muazzam bilgi imkanı baş ağrısını çözen haplara dönüştürüldüğünde belki ağrıyı çözüyor ama kronik ağrının altındaki nedeni iyileştiremiyor. Bilmediğimiz veya uzak yaşam dünyalarında değil artık sosyal medya sayesinde sıklıkla görüş alanımızda olan ilişkilerde erkek şiddeti, taciz, cinsel istismar konularını duyduğumuzda hissettiğimiz dehşetle başa çıkmaya çalışırken, bir bakıyoruz şiddet veya taciz hızla içeriden de bölmeye başlamış. Butler’ın sözünü ettiği ilişkilerdeki dönüşümün ve yeni ilişki kurma modellerinin eskisinin yerini almasının çok farklı veçhelerini yaşıyoruz. Sadece “gerçek” hayat bu dönüşen ilişkilerin basıncı altında gözden geçirilmekle kalmıyor, fazlası söz konusu. Edebiyat eserlerini ve filmleri bile sadece dönemi içinde ve kendi bağlamındaki bir “anlama” çabasıyla değil, anakronistik bir “yargılayıcı” tutumla masaya yatırıyoruz. Böyle olduğunda, mesela bugünün bilgisiyle Kolera Günlerinde Aşk romanına baktığımızda, ana karakter Florentina Ariza’yı 53 yıl, 7 ay, 11 gün kavuşmak için beklediği Fermina Daza’nın peşinde bir aşık değil, bir stalker olarak etiketleyip bir tarafa koymak işten değil. Nerede duracağız peki? Gabriel Garcia Marquez’i de bu durumu meşrulaştırdığı için okumayı reddetme aşamasına mı geçeceğiz?

Edebiyat eleştirisi cinsiyetçilik bağlamında klasikleri de güncel eserler kadar analize konu edecektir elbette. Ama bu şekilde değil. Kurmaca anlatılarda yer verilen karakterler ve ilişkileri bugünün yaşayan dünyasının kavramsal araçları ve anlam çerçeveleri ile değerlendirmek ve kendi zamansallıklarını kaçırmak problemlidir. Bunun gibi, güncel meselelerde de de her tekil olayı kendi bağlamı içinde sorunsallaştırmaktan ve adil olmaya ihtimam göstererek ele almaktan uzaklaştığımızda kendi gücümüzü de biraz tüketiyoruz. Çoğu kez adil olduğumuzu sanıyoruz ki adil olmaktan kıymetli bir şey de yok. Fakat hakikatin katmanlılığını ıskalayarak adil olmak da mümkün değil.

Adil olmak- kendini (de) görmek

Zaman zaman kendime şunu hatırlatıyorum. İnsanın göremediği tek şey kendisidir. İnsan bakımından görülebilir olanın sınırları içinde olup da bir aynada kırılmadan bütünlüklü olarak göremediği tek şey kendisi… Bacaklarımızı ve kollarımızı görebiliriz. Yukarıdan bir açıyla göğsümüzü ve karnımızı da görebiliriz. Hepsi bu. Yüzümüz, sırtımız ve bedenimizin arkasına gelince o konuda bir fikrimizin olması için tümüyle aynaların yalancısıyızdır. Ayna, o yansıtıcı yüzey ne söylüyorsa o. Tabii ki bir de fotoğraflar ve video kayıtlar var uzun zamandır. Bedenimiz için durum böyle ama karakterimiz, psikolojimiz, kimliğimizle ilişkili olarak da aynı şey geçerli. Kendi karakterimizi de tümüyle “görebilmemiz” mümkün değil sanki. Kendimizi de başka gözlerin aynasında görüyoruz. Başkaları kendimizi görebileceğimiz aynalardır. Ama o aynaları aşırı önemsediğimizde de cesaretimizi yitirmemiz an meselesidir. Bazen aynaya yüz çevirme cesareti göstermek gerekir. İlişkilerimize ihtimam ve bağlılık göstermenin bunu da içermesi gerektiğini düşünüyorum ben. Grup ilişkilerimiz de bizleri birbirine bakan aynalara dönüştürüyorsa, bakışımızı yumuşatmıyor ve “anlama” yetimizi güçlendirmiyorsa şiddet üretmesi de kaçınılmaz.

Hayatın ve hakikatin katman katman dokusuna nüfuz edemediğimiz birçok durum var. Zaten tümüyle nüfuz edilebileceğini söylemek de çiğlik olur. Ama her an ve her dakika bu çaba içinde olmanın bize katacağı çok şey de var. Yeri gelmişken şunu da söylemeliyim, bu yazıyı bir sesli düşünme çabası olarak almanız beni gerçekten mutlu ederdi. Çünkü yaptığım sadece bu. Eğer okuyanı da bir parça düşünmeye kışkırtan bir yazı olabilirse ne mutlu bana. Bu düşünme çabasında Julia’nın çok yardımı oldu doğrusu…

Güçlenme meselesi

Beni rahatsız eden, Freud’un deyimiyle “düşüncemi rahatsız eden şey”e gelince onu da açıklamayı deneyeyim. Rahatsızlığımın önemli bir kısmı, güçlenme meselesini tereddütsüz kıymetli bulduğumuz halde, kimi zaman belirli bir konudaki öfkeyi canlı tutma amacının, şiddet yapılarını nasıl yeniden ürettiğimiz konusunda teyakkuzda olmanın önüne geçmesi.

Güçlendiğimiz pek çok alan var. Cinsel taciz karşısında bundan yirmi yıl evveline göre birçok bakımdan kadınlar çok güçlendi. Bu olağanüstü bir kazanım. Sadece tacizle mücadele etmek için değil, tacizi tanımak için bile güç gerekti bize. Şiddete karşı da mücadele araçlarımız çoğaldı. Mevzuat çoğu zaman yanımızda olacak biçimde yorumlanmasa da daha ayrıntılı bir mevzuat var. Kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddete karşı koruma sağlama konusunda devletlere yükümlülükler tanımlayan uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler var. Fakat değişimin ve değişen ilişkilerin getirdiği bir kargaşa da var. Mesela tacizi tanımaktan ve bunun güçlendirici etkisinden söz ettim. Fakat “aşırı tanıma” diye bir risk de olamaz mı? Bizim gençlik yıllarımızda arkadaş topluluklarında baştan çıkarma edimlerini taciz olarak tarif etmediğimiz birçok durum hatırlıyorum. Belirli bir ortam içindeki samimiyeti yanlış yorumlayarak bir yakınlaşma adımı atan ve bir an bu ısrarını sürdüren birinin “tacizci” ya da “cinsel saldırıda” bulunan biri olarak kamusal bir ifşa mekanizmasına konu olduğunu ise pek hatırlamıyorum. Bunu birden fazla kez yapan “yılışıklar” söz konusu olduğunda da durum ikazlarla kontrol altına alınmaya çalışılır ya da arkadaşlık ilişkisine son verilirdi. Fakat yılışıklık yılışıklıktı. Taciz ise taciz ve cinsel saldırı da cinsel saldırı… Elimizde de sezgilerimizden başka bunları ayırt edebileceğimiz araçlarımız yoktu doğrusu. Ama sanırım birini diğeriyle, başka bir deyişe her şeyi her şeyle “eşdeğerlilik” ilişkisi içinde ele almanın bizzat kendi mücadele araçlarımızı zayıflatacağı konusundaki sezgimiz de oldukça güçlüydü. Muhtemelen sezemediğimiz ve yanıldığımız çok durum da olmuştur. Fakat kamusal ifşa konusunun eşitler arası ilişkilerde gündeme pek gelmemesinde, o dönem sosyal medyanın yokluğu tek açıklama olamaz diye düşünüyorum.

Sanırım mesele bu baştan çıkarma edimlerini hoş görmekle ilişkili bir şey değildi. Orada daha çok kendimizi güçlü hissetmekle ilişkili bir şey vardı. İleri gitmiş bir “baştan çıkarılma” çabası karşısında “tacize uğradığını” düşünmek yerine, bizde karşılığı olmayan bir arzuyu savuşturmuş olmanın gücünü hissetmek istiyorduk sanırım. Kimi durumlarda bu ısrarı zaten flörtün sınırlarının gereksizce sınandığı bir durum olarak gördüğümüz de oluyordu. Elbette burada yaşıt arkadaş grupları içinde gerçekleşen ve ısrarın uzun boylu sürdürülmediği bir durumdan söz ediyorum. Bugün değişen ilişki modelleri içinde, kimi zaman çabucak savuşturulmuş baştan çıkarma edimlerinin “taciz” olarak tanımlanma ve ifşa edilmesinde böyle bir kendini “güçsüzleştirmenin” olup olmadığını düşünme çabası olarak görebilirsiniz bunu. Güç ya da iktidar sahibi birinin kendisiyle eşitsiz iktidar ilişkisi içinde olan bir başkasına yönelik, istismar niteliğindeki sözlerini, edimlerini ya da yakınlaşma girişimlerini -bir kez daha söyleyeyim- asla kastetmiyorum.

Ayıca şunu da söylemek isterim; eşitler arası ilişkilerdeki rahatsızlıkların kamusal ifşası konusunda temkinli olan bizim kuşaktan kadınlar, eşitsiz iktidar ilişkileri içinde karşılaşılan tacizle ve işyerlerinde, üniversitelerde mobbingle mücadele konusunda – çoğu durumda- dikkate değer bir cesarete de sahipti. Bugün tacizi tanıma ve mücadele etmedeki kazanım alanlarında önceki kuşaklardan kadınların çaba ve cesaretinin payı çoktur. Elbette o zaman olduğu gibi bugün de kazanımlara rağmen, eşitsiz iktidar ilişkileri söz konusu olduğunda, tacize ya da mobbinge direnme konusunda ilgili komisyonlar veya etik kurullar tarafından cesaretlendirildikleri ve desteklendikleri halde kolaylıkla çekingenliğe sürüklenen öğrenciler veya meslektaşlar da hep var. Bu çekingenlikleri yaratan koşulları anlamak da hiç zor değil doğrusu. Fakat tam da bu nedenlerle eşit ilişkiler içinde “tacizden” görece kolay söz etmenin bazen de kendini güçsüz hissetmekle ilişkili olduğunu, eşitsiz iktidar ilişkileri içinde açığa kolay çıkamayan bir gücün burada yükselip yükselmediğini düşündüğüm de oluyor.

Saldırıya da kurbanlaştırmaya da maalesef hepimiz herkes kadar açığız. Erkek şiddeti dünyasında bir kanıta ihtiyaç duymayan bir şey bu. Bu durumu dönüştürmeye yönelik kazanımlarımızı da gücümüzü de kolay elde etmedik.

Gücümüzü yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Bu düşünme çabasında birbirimizi de daha derinden anlayacağımızı umuyorum. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele gününde dileğim budur.

Okulun giriş kapısında dövülenlere böyle bir borcumuz var.

 


[i] George Yancy, “Judith Butler: Kadınları Öldürmek Suç Olmadığında” Çev. Özde Çakmak. Yeşil Gazete. 21 Temmuz 2019. https://yesilgazete.org/judith-butler-kadinlari-oldurmek-suc-olmadiginda/ (Orijinal Metin: “Judith Butler: When Killing Women Isn’t A Crime. The New York Times. 10 Temmuz 2019. https://www.nytimes.com/2019/07/10/opinion/judith-butler-gender.html.

[ii] Bkz. “The Women killed on one day around the world” BBC News. 25 November 2018. https://www.bbc.co.uk/news/world-46292919

[iii] “Özgecan’dan sonra yaklaşık 2000 kadın daha öldürüldü.” DW. 11 Şubat 2020. https://www.dw.com/tr/özgecandan-sonra-yaklaşık-2-bin-kadın-öldürüldü/a-52338918

[iv] Sevilay Çelenk, “Mersin şehir mezarlığı ve tesadüf olmayan şeyler” Bianet. 15. Haziran 2018. https://bianet.org/bianet/siyaset/198183-mersin-sehir-mezarligi-ve-tesaduf-olmayan-seyler; Kadın katli ve Zeynep ve Buket ve Ceren, Gazete Duvar. 10. Ocak 2019. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/10/kadin-katli-ve-zeynep-ve-buket-ve-ceren

[v] Anaakımlaşma bu çerçevede kavramsal perspektifin politikalara dahil edilmesi, savunuculuk, araştırma, planlama ve izleme gibi ilgili tüm alanlarda merkezi konuma gelmesi ve yaygınlaşması olarak tanımlanabilir.

[vi] Masha Gessen “Judith Butler wants us to reshape our rage” The New Yorker February 9, 2020. https://www.newyorker.com/culture/the-new-yorker-interview/judith-butler… (Türkçe çeviri: “Judith Butler Öfkemizi Yeniden Şekillendirmemizi İstiyor, Çev. Gaye Polat. Çatlak Zemin. 15 Şubat 2020. – https://www.catlakzemin.com/judith-butler-ofkemizi-yeniden-sekillendirmemizi-istiyor/).

[vii] George Yancy – Judith Butler söyleşisi. “Kadınları öldürmek…”.