Dini Sosyalizme Dair Üç Tez (1928)

Çevirenin Notu: Daha ziyade Ben-Sen (Ich und Du) ilişkisi eksenindeki diyalog felsefesiyle tanınan “varoluşçu teolog” Martin Buber’in bu kısa ve ilginç metni, yazıldığı tarihte ve sonrasında Avrupa’da iyice hararetlenmiş olan Siyasi İlahiyat, Sosyalizm, Siyonizm, “Nasyonal” Sosyalizm (Nazizm) eksenindeki mücadele ve tartışmalara ışık tutması bakımından tarihsel değer taşımasının yanı sıra o dönem düşünsel üretim yapan başka düşünürlerinki ile kendi düşüncesi arasındaki yakınlık ve uzaklıkları bir nebze gözlemlememizi sağladığı için de ayrıca önem arz ediyor. Theodor Adorno, Sahicilik Jargonu kitabında 1933 öncesi dönemin düşünsel atmosferini oluşturan kavramları sayarken yukarıdaki metinde geçen “karşılaşma” kavramını da anar: “Jargon, yanıp sönen sinyaller gibi hemen anlaşılan, makul sayıda sözcük içerir. Sahicilik bunların en öne çıkanı değil; o daha çok jargonun içinde yeşerdiği havayı aydınlatıyor ve onu örtük olarak besleyen düşünme biçimini imliyor. Başlangıç için, “varoluşsal”, “kararlaştırma aşamasında”, “görev”, “celp etme”, “karşılaşma”, “hakiki konuşma”, “ifade”, “endişe”, “bağlılık” gibi örnekler sayılabilir[…] (Sahicilik Jargonu, çev. Ş. Öztürk, Metis, İstanbul, 2012, s. 11). Aynı kitapta Buber’in Kierkegaard’ın Hıristolojisinden “varoluşsal” (Existentiell) kavramını ödünç alıp onu salt bir tavra dönüştürdüğünden beri metafizik içeriği Ben-Sen ilişkisiyle kavrama eğiliminin yaygınlaştığını belirtir. Adorno’nun eleştirisi, yaşamın dolaysızlığına vurgu yapan bu metafizik jargonun başvurduğu sözcüklerin teolojiyi anımsatmasını, olduğundan fazlası olmayı amaçlayan içkinlik belirlenimleriyle tespit edilen bir teoloji ortaya koyulmasını hedef alır (a. g. e., s. 19). Tom Bottomore, Max Horkheimer’in 1950’lerden itibaren işçi sınıfının devrimci potansiyeline inancını tümüyle yitirmesinin onu dini bir toplumsal yaşam temellendirmesini benimsemeye sevk ettiğini söyler (Frankfurt Okulu ve Eleştirisi, çev. Ümit H. Yolsal, Say Yay., İstanbul, 2013, s. 38). Bunlara ek olarak Buber’in Tanrısal Söylev’e kulak verilmesi önerisi ile Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine”de “zayıf Mesihsel güç”e yaptığı ünlü atıf birlikte düşünülebilir (Pasajlariçinde, çev. A. Cemal, YKY, İstanbul, 2013, s. 38). 1927’de yayımlanmış olan Varlık ve Zaman’dan bir yıl sonra Buber’in kaleme aldığı bu metin, bilhassa Dünya-içinde-olma (In-der-Welt-sein) ve buradalık (Da-sein) ekseninde Martin Heidegger ile Martin Buber düşüncesi arasındaki tuhaf yakınlıklara da işaret edebilir. Siyasi İlahiyat’ın ünlü kuramcısı Carl Schmitt’in kararcılığa vurgu yapan, parlamenter demokrasinin “bitimsiz gevezelikleri” ile başı hoş olmayan düşüncesi ile Buber’in ötekine kulak vermeye, iletişim odaklı felsefesinin karşıtlığı da bu minvalde anılabilir: “Her tür siyasi faaliyeti, gerek basında gerek parlamentoda, konuşma düzlemine aktaran bir sınıf, sosyal çatışmalar çağıyla başa çıkamaz” (Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev. E. Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2005, s. 62).

 DİNİ SOSYALİZME DAİR ÜÇ TEZ (1928)[1]

Jeder Sozialismus, dessen Grenze enger ist als Gott und der Mensch, ist uns zu wenig.

   Sınırları Tanrı’dan ve İnsan’dan daha dar her sosyalizm bizim için pek dardır.

Leonhard Ragaz

 

Birinci Tez

Dini sosyalizm, bileşenleri olan din ve sosyalizmin her biri diğerinden apayrı, bir eksikliğin ikmali olmaksızın bağımsız kalmayı başarabildikleri bir irtibat olarak anlaşılamaz: Bu ikisinin sırf ortak bir var-oluş ve eyleyiş içerisinde otonomilerini birleştirmek için bir anlaşmaya varmış oldukları biçiminde de anlaşılamaz. Dini sosyalizm, din ve sosyalizmin mecburen/özsel olarak [wesenmässig] birbirlerine yöneldikleri —her birinin kendi özünü [Wesen] tamamlayabilmesi için diğeriyle ahitleşmeye muhtaç olduğu— biçiminde anlaşılabilir. Religio, yani kişinin kendini Tanrı’ya bağlaması tam gerçekliğini yalnızca —Tanrı kendi başına Krallığını hazırlayabilirken— bir insan nesilleri [Menschengeschlechtes] cemaati [oluşturma] iradesinde elde edebilir. [2] Socialitas, yani insanlığın bir yoldaşlık haline gelmesi —insanın insan için bir yoldaş haline gelmesi— —tekrara rağmen hep isimsiz kalan— tanrısal merkezle ortaklaşa bir ilişkinin hâricinde geliştirilemez. Tanrı ile kullarının [kendi] aralarında oluşturdukları cemaat arasındaki birlik, beraber olmaya bağlıdır. Sosyalizmden yoksun din bedensiz bir ruhtur ve bu durumda gerçek ruh değildir. Dinden yoksun bir sosyalizm ruhtan yoksun bedendir ve bu nedenle o da gerçek bir beden değildir. Fakat: Dinden yoksun sosyalizm tanrısal Söylev’i duymaz; ona karşılık verme amacını taşımaz, üstelik ona karşılık verecek şey olmayı sürdürür; sosyalizmden yoksun din Söylev’i duyar ve karşılık vermez.

 

İkinci Tez

Bütün “dini” biçimler, kurumlar ve birlikler hakiki religio’nun —kişinin Tanrı’ya hakiki bağlanması— dışavurumu, şekli ve taşıyıcısı olmaya hizmet edip etmemelerine göre gerçek ya da kurgudurlar; ya yalnızca onun eşliğinde varoluş kazanırlar, ya da şimdi ve buradaki somut yanıtı ve kişinin sorumluluğunu ihtiva eden edimsel religio’dan uzaklaşmayı dahi örtbas ederler. Bu minvalde bütün “sosyalist” eğilim, program ve partiler de hakiki socialitas’ın —insanlığın hakikaten bir yoldaşlık haline gelmesi— kudreti, istikameti ve aracı olarak hizmet edip etmemelerine göre gerçek ya da kurgudurlar; ya onun gelişimine eşlik ederek varolurlar, ya da insanın şimdi ve burada bir başkası ile ve bir başkası için aracısız yaşamasını ihtiva eden hakiki socialitas’tan uzaklaşmayı dahi örtbas ederler. Şimdilerde en çok rağbet gören dini biçimler, kurumlar ve birlikler kurgusal âlemin içerisine dâhil oldu; en çok rağbet gören sosyalist eğilim, program ve partiler ise henüz kurgusallıktan meydana gelmiyor. Öyle ki, bugün geçerlilik mıntıkasında görünüşler görünüşlere karşı duruyor. Fakat saklı geleceğin mıntıkasının içinde karşılaşma[3] [die Begegnung] vuku bulmaya çoktan başladı.

 

Üçüncü Tez

Din ve sosyalizmin hakikat dâhilinde birbirleriyle karşılaşabilecekleri [zu begegnen vermögen] yer, kişisel yaşamın somutluğudur. Tıpkı dinin hakikatinin iman-öğretisi ya da önceden tayin edilmiş ritüellerden ziyade Tanrısal gizemle hakiki bir karşılıklı ilişki uçurumunda [Abgrund] durmak ve ona dayanmak anlamına gelmesi gibi, sosyalizm de kendi hakikatinde doktrin ya da taktik değil, daha ziyade insani gizemle hakiki bir karşılıklı ilişki uçurumunda durmak ve ona dayanmaktır. Nasıl ki iman edilen şeyi —her ne kadar yetersiz kalacak olsa da— yaşamadan “iman etmek” kibirdir, başarılmak istenen bir şeyi —her hâlükârda yetersiz kalacak olsa da— yaşamadan “başarmayı” istemek de kibirdir. Nasıl ki “burası” ona hasredilmiş olmadığında “orası” kendini bahşetmeyi bizden esirgiyor, aynı biçimde “şimdi” onu tasdik etmediğinde “o zaman” da kendini esirgemelidir. Din, adanmayı kutsallaştıranın ya da onun kutsiyetine saygısızlık edenin gündelik olan [der Alltag] olduğunu bilmelidir. Dahası sosyalizm de ulaşılmış amacın daha evvel güdülen amaca uyup uymadığına ilişkin kararın, hedefe ulaşmak adına başvurulan araçların belirlenen hedef için uygun olup olmamasına bağlı olduğunu bilmelidir. Dini sosyalizm, insanın kişisel yaşamının somutluğunda bu yaşamın temel gerçeklerini [dieGrundfakten]; yani Tanrı’nın varolduğu, dünyanın varolduğu ve onun, bu kişinin Tanrı’nın karşısında ve dünyanın içerisinde konumlandığı gerçeğini ciddiyetle üstlendiği anlamına gelir.


[1] Almanca Başlık: “Drei Sätze Eines Religiöse Sozialismus”. Özgün daktilo metninin taranmış hali şurada: https://digitalassets.yivo.org/RG%2031/ya-rg31-f040.pdf   (Erişim tarihi: 20.08.20) İngilizcesi: “Three Theses of a Religious Socialism”. Türkçe çevirinin kaynak metni: The Martin Buber Reader: Essential Writings, ed. Asher D. Biemann, Palgrave Macmillan, New York, 2002, s. 258-60. Metnin akışını ve anlamayı kolaylaştırmak için köşeli parantez içindeki ifadeleri ben ekledim (çevirmenin notu).

[2] İngilizce çeviride olmayan ama daktilo edilmiş özgün metindeki dipnot şöyle: “Bu sözlerle neyi kastettiğimi ve neyi kastetmediğimi daha açık kılmak için bu basıma dâhil edilmeyen dördüncü tezin başlangıcını alıntılıyorum: ‘Sosyalizmin gerçekleşmesini Tanrı’nın Krallığı’yla eşitlemeye izin yoktur: Bunlar tıpkı insanın ameli ve ilahi lütuf kadar birbirinden farklıdır. Fakat onun Tanrı’nın Krallığı’ndan ayrı tutulmasına da izin yoktur: Bunlar tıpkı insanın ameli ve ilahi lütuf gibi bağlantılıdır’”. “Um deutlicher zu machen, was mit diesen Worten gemeint und was damit nicht gemeint ist, führe ich den Anfang vierten, in diesen Abdruck nicht mit aufgenommenen, These an: Es ist unzulässig, die Verwirklichung des Sozialismus mit dem Reiche Gottes gleichzustellen: sie sind verschieden wie Menschentat und Gnade. Aber es ist ebenso unzulässig, sie vom Reiche Gottes abzuscheiden; sie hängen zusammen wie Menschentat und Gnade” (çevirmenin notu).

[3] Aşağıdaki makaleye göre “karşılaşma” (Begegnungencounter, rastlaşma, tesadüf), Martin Buber’in (1878-1965) oldukça etkilendiği, aynı zamanda psikodramanın da kurucusu olan psikiyatrist ve eğitimci Jakob Levy Moreno (1889-1974) tarafından kullanılmış bir kavramdır.https://psykodramainstitutt.no/uf/90000_99999/97040/a25ec6c0cf0b2d0496ee4f634e0fb344.pdf (Erişim tarihi: 20.08.20) Bu yazıya Wikipedia’daki “Martin Buber” maddesi aracılığıyla eriştim. İngilizce karşılığı olarak “meeting” sözcüğünün kullanılması tümüyle yanlış olmasa da kavramın Buber düşüncesi bağlamında sahip olduğu vurguyu biraz hafifletiyor. Aralarında bir bağlantı olup olmadığını bilmiyorum ama kavramın daha sonra Louis Althusser tarafından, son dönem düşüncesini tanımlayan “karşılaşma materyalizmi” (bazen aleatory materialism) ekseninde kullanıldığını da not edeyim: Philosophy of Encounter: Later Writings, 1978-1987, Verso, Londra, 2006. Gilles Deleuze de Spinoza derslerinde Latince occursus kavramı bağlamında karşılaşma fikrinden bahsediyordu. Spinoza Üzerine On Bir Ders, çev. Ulus Baker, Kabalcı Yay., İstanbul, 2008 (çevirmenin notu).