Varoluşçuluk Bir Posthümanizm midir?

Jean-Paul Sartre ‘’Varoluşçuluk bir hümanizmdir’’ adlı ünlü konuşmasını yapalı neredeyse yetmiş yıl geçti (29 Ekim1945), . Bu konuşma, yapıldıktan kısa bir süre sonra kitap olarak da yayımlandı. İkinci dünya savaşının bitiminden sadece birkaç ay sonra düşüncelerini ortaya koyan Fransız filozof, insan varoluşunun anlamı, seçimlerimizin değeri ve önemi ve de insanın eylemlerinin sorumluluğunun ağırlığı gibi konulara eğildi. Varoluşçuluğu popüler hale getiren bu konuşmanın ardından, varoluşçuluk,  edebiyat, tiyatro, roman ve sinema gibi alanlara yayılması ile birlikte yirminci yüzyılın en iyi bilinen felsefi konularından biri haline geldi. Bu konuşmadan yetmiş yıl sonrasında ise, artık onun mirasının yeniden değerlendirilmesinin vakti geldi.

Yazılarını savaşın vahşetinin gölgesinde yazan Sartre, hem kendimizle hem de ortak bir türün birlikte parçası olduğumuz insanlarla ilişkilerimizin önemini dikkatle inceledi. Ekolojik yıkımın yaygınlaştığı günümüzde ise, sadece insan ilişkilerini değil aynı zamanda öteki canlılara ve canlı olmayan varlıklara yönelik davranışlarımızı da yeniden düşünmemiz gerekir. Bir insan eğilimi olarak şimdinin ötesine, geleceğe doğru bakmak ve sosyal ilişkilerin kaçınılmazlığı, Sartre’ın ‘Varoluşçuluk bir hümanizmdir’ adlı konuşmayı yapmasına neden olmuştur. Fakat içerisine doğduğumuz dünyayı bizimle paylaşan öteki var olanlar ile olan etkileşimlerimiz hakkında ne söyleyeceğiz? Bu varolanların varoluşçuluktaki rolleri nedir? Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse; Sartre, varoluşçuluğun bir hümanizm olduğunu tespit etmiştir, bugünkü sorunumuz ise onun ayrıca bir ‘post-hümanizm’ olarak saptanıp saptanamayacağıdır.

Sartre, varoluşçuluğunu insan özne ile saf nesne arasındaki ayrıma dayandırır. Nesneler, belirli bir amacı yerine getirmeye uygun bir plana göre yaratılırlar; Sartre’ın örneğinde olduğu gibi, bir kâğıt bıçağı, bir zanaatkâr tarafından kâğıt kesmek için tasarlanır. Batı düşüncesinin tarihi boyunca, insanlar da özel bir tür nesne olarak görüldü. İnsan, yüce bir sanatçı olarak Tanrının yarattığı bir nesneydi. İnsanın tanrı tarafından tasarlandığı görüşü bu bağlamdan bakıldığında, üreticisinin zihnindeki kâğıt bıçağı kavramından çok da farklı değildir.

Sartre’a göre, on sekizinci yüzyıl düşünürleri, her yaratımın nihai sorumlusu olarak görülen Tanrı fikrinden uzak durdular. Lakin insanın önceden tanımlanmış bir insan doğasının sonucu olduğu ve evrensel insanlık kavramının her bir insanda somutlaştığına dair inanca tutunmaya devam ettiler. Hem teolojik paradigmada hem de aydınlanmanın ve aydınlanma sonrası dönemin seküler dünya görüşünce öz varoluştan önce gelmektedir: Her bir insan a priori olarak verili bir özün belirli biçiminin temsilidir.

Sartre’ın, Heidegger’in felsefesini takiben önerdiği Kopernik Devrimi varoluşun sadece insan söz konusu olduğunda özden önce geldiğidir. Bu tersine çevirme, bir dizi ciddi sonuçlara yol açmaktadır. Bunların başında da, insan varlığının her an kendi davranışından sorumlu olduğu, önceden belirlenmiş bir kalıbın izleyicisi olmadığı düşüncesi gelir. Bu, Sartre’ın zarif bir ifadeyle ortaya koyduğu gibi ‘insanların özgürlüğe mahkûm olduğu’ düşüncesidir. Değerler ve eylem ilkeleri Tanrı ya da insan doğası tarafından belirlenmemişlerdir. Dolayısıyla insanın bu ilkeleri yaşamının her anında seçmesi gerekir. Bu seçim, bizi aldığımız her karardan tamamıyla sorumlu kılar ve böylece artık dış etmenleri suçlayamayız. Kâğıt bıçağının tersine, insan şu ya da bu amaç için ya da belirli bir şekilde eylemek için yaratılmamıştır. İçine fırlatıldığımız açık-uçlu varoluşta, özümüz, yani kim olduğumuz, eylemlerimiz ve içinde bulunduğumuz durumlara verdiğimiz karşılıkların toplamı olacaktır.

Peki Sartre’ın maddi nesneler aleminin karşıtı olarak ortaya koyduğu insan tasvirinde gözden kaçırdığı şey nedir? Sartre’ın konuşmasında aşikar olan kör nokta, dünyanın geri kalanıdır. Yani ne insan zihninin belirli bir fonksiyonu ile üretilen kâğıt bıçağı gibi insan-yapımı nesneler ne de insanların kendileri. Bunların dışında, dünyanın geri kalanı. Hayvanların, bitkilerin, nehirlerin, dağların ve çöllerin varoluşçuluktaki yeri nedir?

Elbette ki Sartre, hayvanların sadece insanlar tarafından belirlenmiş görevleri yerine getirmek için yaşadıklarını iddia etmez. Önceleri Tanrı tarafından meydana getirildiği düşünülen ve dolayısıyla, tıpkı insanlar gibi, yüce bir sanatçının yaratıları olan bu varlıkları kutsalın ölümünden sonra nasıl değerlendireceğiz? Teolojik merkezli scala naturae’nin (her varlığa dünyada belirli bir yerin verildiği, cansız varlıklar en altta olmak üzere, onları bitkilerin ve hayvanların takip ettiği, onların üzerinde ise kademe kademe olarak insanlar, melekler ve de nihayetinde tüm bu sistemin uyumunun koruyucusu ve her varlığın telos ( erek) ve özünü belirleyen Tanrı’nın olduğu doğanın merdiveni) yokluğunda, diğer varlıklar da tıpkı insanlar gibi oldular. Yani varoluş öncesi bir öz tarafından belirlenmemiş ve kendilerini yaşamları ile belirleyen varlıklar oldular.

Sartre’ın insanlığın birlikte yaratıldığı varlıklar hakkındaki göze çarpan sessizliği, varoluşçuluğun insan özgürlüğü görüşlerine bağlıdır. Bu varlıklar da Tanrının ölümüyle birlikte onları yapanlar tarafından belirlenen rollerden özgürleşmişlerdir. Sartre eğer bu konu hakkında bir şeyler söylese idi, muhtemelen yaratımın insan olmayan kısımlarının özgür olmadıkları için kendi eylemlerinden sorumlu olmayacağına işaret eder ve insanlığın bu anlamda bir istisna olduğunu savunurdu. Fakat varoluşçuluk sadece insanların özgür varlıklar olduğunu söylerken dünyanın geri kalanını zincirlere mahkûm etmiş olmaz mı? Daha da kötüsü, insan özgürlüğü, sözde özgür efendilerinin hizmetine konulan bitkilerin, hayvanların ve diğer bütün varlıkların boyunduruğuna bağlı olmaz mı?

Hümanizm sorunu, temelinde, insan-olmayanlar hakkında bir sorudur, bizi ötekilerden neyin ayırdığına dair bir soru. Bu bağlamda da, hümanizm, çevre krizi olarak tanımlanan hususlara derin bir şekilde bağlıdır. Bu durumda, modern ‘kriz’ sözcüğünün türetildiği Yunanca ‘krisis’ sözcüğünü hatırlamak uygun olacaktır.  ‘Krisis’  ayrılma, ayrım ya da seçim anlamına gelir. Zira çevresel kriz tam olarak insanlığın yaratımın geri kalanından ayrılmasında, insanlığın diğer tüm varlıklardan doğal olarak daha iyi olduğuna dair inancımızda temellenir.

Sartre’ın varoluşçu hümanizmi, bizleri özcülüğün prangalarından kurtarmakla ve insanların her anda kendi seçimlerinden sorumlu bağımsız varlıklar olduklarını göstermekle uğraştı. Varoluşçuluğun bugünkü geçerliliği ise, onun yalnızca bir hümanizm değil aynı zamanda post-hümanizm olup olmayacağına bağlıdır.

Post-hümanizm burada insanlar ölüp tükendikten sonra gerçekleşecek bir kıyamet zamanı olarak yorumlanmamalıdır. Ayrıca bildiğimiz haliyle demode olmuş insanlığın yarı insan, yarı makine cyborglar ya da bilimkurgunun genetik olarak modifiye edilmiş humanoidleri gibi daha iyi melezlerle yer değiştirmesi olarak da görülmemelidir. Ben post-hümanizmi daha ziyade hem geleneksel hümanizmin ötesine geçen hem de aynı zamanda hümanizmin bir devrimi ( bir geri dönüşü), insan olmanın ne anlama geldiğine dair daha gerçekçi bir anlayışa geri dönüş olarak anlıyorum.

Son olarak, varoluşçu post-hümanizmin yedi tezini ( Sartre’ın konuşmasından bu yana geçen her on yıl için bir tane olacak şekilde)  sıralamak istiyorum:

1. Varoluşçu post-hümanizm, insan istisnasına dair soyut kavramlarda kaybolmuş insanlığımızın yeniden ele alınmasıdır.

2. Varoluşçu post-hümanizm, insan özgürlüğü ve özerkliği kavramlarını dönüştürür ve yiyecek ve barınak gibi en temel ihtiyaçlarımızda bile yeryüzündeki diğer varlıklara olan bağlılığımızı, yani insan heteronomisini tanır.

3. Varoluşçu post-hümanizm mütevazidir. İnsanın yaratılışın efendisi olarak yaşamdan daha büyük olduğu görüşünü reddeder.

4. Varoluşçu post-hümanizm, geleneksel hümanizmin ayak izlerini izleyerek tüm varlıkları özcülükten kurtarır ve yalnızca insanlara değil, aynı zamanda insan-olamayan varlıklara da özgürlük verir; her varlığın kendi varoluş biçimine göre olma özgürlüğünü tanır.

5. Varoluşçu post-hümanizm için tüm varlıkların varoluşları özlerinden önce gelir.

6. Varoluşçu post-hümanizm için tüm varlıklar kendi evrenlerine sahiplerdir.

7. Varoluşçu hümanizm bir post-hümanizmdir.

Yazının orjinal link: http://thephilosophicalsalon.com/is-existentialism-a-posthumanism/

*Bu yazı yazardan ve orjinal internet sitesinden izin alınarak çevrilmiştir.