Neden İşçi Sınıfı?

İnsanların çoğu, sosyalistlerin işçi sınıfını politik görüşlerinin merkezine koyduklarını bilir. Peki neden? Bu soruyu ne zaman öğrencilere ve hatta aktivistlere yöneltsem karşılığında bir dizi yanıt alıyorum, fakat en yaygın cevap ahlaki (moral) olanı: Sosyalistlere göre, kapitalizmde en fazla işçilerin ıstırap çekiyor olmaları, zor durumlarını odaklanılacak en önemli mesele haline getiriyor.

Şimdi, işçilerin her türden aşağılanma ve maddi yoksunlukla karşı karşıya geldikleri ve toplumsal adalete dair her mücadelenin bunu merkezi bir sorun olarak ele alması gerektiği tabi ki doğru. Fakat eğer hepsi buysa, sınıfa sadece bu nedenle odaklanmamız gerekiyorsa, argüman kolayca dağılacaktır.

Bununla birlikte, aşağılanan ve adaletsizliğe uğrayan daha birçok grup söz konusu: Etnik azınlıklar, kadınlar, engelliler. Peki, neden sadece işçiler? Neden öylece her marjinal ve baskılanmış grubun sosyalist stratejinin tam kalbinde olması gerektiğini söylemiyoruz.

Zira sınıfa odaklanmak ahlaki argümandan fazlasını ilgilendiriyor. Sosyalistlerin sınıf örgütlenmesinin geçerli bir politik stratejinin merkezinde olma zorunluluğuna inanmalarının sebebi ayrıca iki diğer pratik etkeni içermekte: Modern toplumdaki adaletsizliğin kaynaklarının neler olduğu tanısı (diagnosis) ile ilerici bir değişime en uygun manivelaların neler olduğu öngörüsü (prognosis).

Kapitalizm Kurtaramaz

İnsanların iyi bir yaşam için ihtiyaç duydukları çok fazla şey var. Ama iki şey kesinlikle vazgeçilemez. Birincisi, kimi maddi güvenceler: Bir gelire, konuta ve temel sağlık hizmetlerine sahip olmak gibi. İkincisi, toplumsal hâkimiyetten muaf olma: Eğer başkalarının kontrolü altındaysanız ve sizin için hayati olan kararların çoğunu onlar alıyorlarsa, suistimale karşı daima korunmasız olursunuz.

Dolayısıyla çoğu insanın iş güvenliğinin bulunmadığı veya iş sahibi olup da faturasını bile ödeyemediği; başkalarının denetimine boyun eğmek zorunda kaldığı, yasa ve yönetmeliklerin yapılışında söz sahibi olmadığı bir toplumda toplumsal adaleti sağlamak imkânsızdır.

Kapitalizm, insanların ezici çoğunluğunun, iyi bir yaşamın bu gibi olmazsa olmaz önkoşullarından mahrum bırakılması üzerine kurulu ekonomik bir sistem. İşçiler her gün, oldukça yetersiz iş güvenlikleri olduğunu bilerek çalışmak için boy gösterirler; işverenlerin temel önceliklerine uygun bir biçimde belirledikleri ölçüde maaş alırlar -ki bu öncelik işçilerin refahı değil, kar elde etmektir-; patronlarının belirlediği sürede ve tempoda çalışırlar ve bu koşullara istedikleri için değil, çoğu için bu koşulları kabul etmenin alternatifinin işsizlik olması nedeniyle boyun eğerler. Bu kapitalizmin önemsiz ya da marjinal boyutu değildir. Sistemin karakterini tanımlar.

Ekonomik ve politik iktidar tek amaçları kâr maksimizasyonu olan kapitalistlerin elindedir ki bu durum, işçilerin koşullarının bir sorun olarak en iyi ihtimalle ikinci sırada olabileceğini ve sistemin, tam kalbinde, adaletsiz olduğunu gösterir.

Manivelayı Kavramak

Buradan da anlaşılacağı gibi toplumumuzu daha insani ve adil yapmanın ilk adımı birçok insanın hayatında bulunan güvencesizliği ve maddi yoksunluğu azaltmak, öz yönetim alanlarını genişletmektir. Fakat derhal bir sorunla karşılaşırız; elitlerin politik direnci.

Kapitalizmde iktidar eşit dağıtılmamıştır. Kimin tutulacağına ve kovulacağına, kimin ne kadar çalışacağına işçiler değil kapitalistler karar verirler. Siyasal iktidara en çok sahip olan yine onlardır çünkü lobi yapabilir, politik kampanyaları finanse edebilir ve siyasi partilere parasal kaynak sağlayabilirler.

Üstelik sistemden faydalananlar olarak, neden güçlerinde ve bilançolarının sonuç hanesinde kaçınılmaz biçimde eksilme anlamına gelen değişiklikleri desteklesinler ki? Yanıt şudur: Kapitalistler bu talepleri pek hoş karşılamaz ve mevcut durumu sürdürmek için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar.

İlerici reformları hedefleyen hareketler ne zaman adalet için değişimi zorlarsa sermayenin iktidarıyla karşı karşıya kalır.

Gelirlerin yeniden dağıtımını gerektiren ya da toplumsal bir uygulama olarak hükümetten gelen tüm reformlara –ister sağlık hizmetleriyle ister çevre düzenlemeleriyle ister asgari ücret ya da istihdam programlarıyla ilgili olsunlar- varlıklılar tarafından karşı çıkılır. Çünkü böylesi uygulamalar kaçınılmaz olarak gelirlerinde ya da kârda bir azalmaya neden olur.

Bu ise ilerici reform çabalarının, kapitalist sınıfın direncinin ve politik işlevinin üstesinden gelebilmeyi sağlayacak bir manivela, bir güç kaynağı bulmak zorunda olduğu anlamına gelir.

İşçi sınıfı bu güce sahiptir, hem de çok basit bir sebeple: Kapitalistler sadece eğer işçiler her gün çalışırlarsa kâr edebilirler; işçiler oyunu kalıcı olarak bıraktıklarında ise kazanç bir gecede kuruyup gider. Eğer işverenlerin dikkatini celbeden bir şey varsa, bu tam da para akışının durduğu zamandır.

Grev gibi eylemler yalnızca belirli kapitalistleri dize getirme potansiyeline sahip değildir, daha da ötesinde dolaylı ya da dolaysız olarak kendilerine dayalı olan diğer kurumlar –hükümet dâhil- üzerinde katman katman etki yaratabilir.

Çalışmanın reddiyle bütün bir sistemi kırılmaya uğratabilecek bu kabiliyet, işçilere, kapitalistler dışında toplumdaki hiç bir grubun sahip olmadığı bir tür manivela gücü temin eder.

İlerici toplumsal değişimin kapitalist karşı koymanın üstesinden gelmeyi gerektirmesinin –ki üç yüz yıldan fazladır böyle olduğunu biliyoruz- nedeni budur; dolayısıyla işçilerin bu gücü kullanabilmeleri için örgütlenmeleri merkezi bir önemi taşır.

Bu yüzdendir ki işçiler modern toplumda yalnızca sistematik olarak baskılanan ve sömürülen bir toplumsal grup değil, aynı zamanda iktidarın asli merkezinden –sistemi döndüren bankacılar ve sanayiciler- tavizler koparmak ve gerçek bir değişimi sahnelemek için en elverişli pozisyonda bulunan gruptur.

Kapitalistlerle her gün temas kuran ve varoluşlarının bir parçası gereği onlarla daimi bir çatışma içinde bulunan, yaşamlarını iyileştirmek için sermayeyi alt etmek zorunda olan tek grup. Çevresinde bir politik hareketin örgütleneceği, daha mantıklı bir kuvvet bulunmuyor.

Ve bu sadece bir teori değil. Geri dönüp uzun erimli reformların geçirildiği son yüzyıldaki koşullara bakarsak eğer, yoksulların maddi koşullarını iyileştiren ya da onlara piyasa aleyhine daha fazla hak kazandıran tüm reformların daima işçi sınıfının seferberliğinden kaynaklandığını görürüz. Bu yalnızca refah devletinin o renk-körü uygulamaları için değil, yurttaşlık hakları gibi fenomenler ve oy hakkı mücadelesi için de geçerlidir.

Yoksulların menfaatlerini genişleten her hareket, ister siyah olsun ister beyaz ya da ister erkek olsun ister kadın, kendisini çalışan insanların seferberliğine dayandırmak zorunda kalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Avrupa ve Küresel Güney için de bu böyledir.

İşçi sınıfını politik strateji için bu kadar önemli kılan şey, bu gücün sermayeden gerçek tavizler söküp alabilecek olmasıdır. Kuşkusuz, işçilerin aynı zamanda her kapitalist toplumda çoğunluğu oluşturduğu ve sistematik olarak sömürüldüğü gerçeği, durumlarını daha da zorlaştırıyor. İşçi sınıfını sosyalist siyasetin merkezine yerleştiren şeyse tam da bu ahlaki aciliyet ile stratejik kuvvetin kombinasyonudur.

***

Yazının orjinali 13.03.2016 tarihinde https://jacobinmag.com’da yayımlanmıştır. (Web erişim: https://jacobinmag.com/2016/03/working-class-capitalism-socialists-strike-power).