“Çağrılma”nın Ötesinde Tabiiyeti Düşünmek

I

İktidarı özneye dışsal bir olgu olarak düşünme eğilimi, iktidarın sadece özneye baskı uygulayan, onun arzularına ket vuran ve onu madun bırakan yönlerine dikkat çekerek iktidarın olumsuz işlevlerini ön plana çıkarır; iktidarın olumlu işlevlerini, özne kurucu yönünü görmezden gelir. Foucault iktidarı bu düşünüş tarzının dışında farklı bir bağlamda düşünmemizin yolunu açarak, iktidarın bilgi üreten, zevk yaratan bir karmaşık ilişkiler ağı olduğunun altını çizer. İktidarın özne kurucu yönü, iktidarın öznellik biçimleri yaratarak işlediğine işaret etmenin yanı sıra, öznenin maduniyet koşullarıyla olan ilişkisini yeniden düşünmemizin önünü açar. Hem tabi olmak, hem de özne olmak anlamına gelen [subject] kavramı, tabiiyetin ve/veya öznelliğin ikircikli yapısına gönderimde bulunarak, tabi olmak ve özne olmanın birbirini dışlayan şeyler olmadıkları aksine birbirleriyle derinden ilişkili oldukları konusunda ipucu verir. Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı isimli kitabında tabiiyetin ikircikli yapısı üzerinde çözümlemelerde bulunarak, Hegel, Nietzsche, Foucault, Althusser, Deleuze gibi bir dizi düşünürün kuramlarını yapıbozuma uğratır. Butler’ın Fransız Marksist filozof Louis Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli eserinde geliştirdiği tezlerine ilişkin eleştirileri, Althusser’in ideoloji kuramını ve söz konusu eserinde açıklamaya çalıştığı kapitalist toplumsal formasyonun yeniden üretilmesi meselesini yeniden değerlendirmek noktasında önemli bir imkân sağlar. Bu yazı, Butler’ın Althusser’e yönelik eleştirileriyle getirmiş olduğu teorik açılımların izini sürerek bu imkânı değerlendirmeye çalışacak ve son olarak da bu eleştirilerle ilişkili olarak Butler’ın, direnişin ve özgürleştirici bir siyasetin imkânına ilişkin düşüncelerine yer verecektir.

II

İdeolojiyi rasyonalist bir bağlamda anlamlandırmaya, doğruluk/yanlışlık gibi epistemolojik statülere göre tasnif etmeye çalışan veya meta üretimin bir sonucu olarak ele alan klasik Marksist ideoloji yaklaşımlarının aksine, Althusser için ideoloji daha çok dünyayla kurduğumuz duygulanımsal ilişkilerle, pratik süreçlerle ve toplumsal formasyonun yeniden üretilmesiyle ilgili bir meseledir. Siyasal erkin yoğunlaşmış bir biçimi olan cebir unsuru olarak devlet ile insanların daha geniş anlamda var oluş koşullarını içeren devlet arasında kategorik bir ayrıma giden Althusser, devletin baskı aygıtı (DBA) ve devlet ideolojik aygıtları (DİA) kuramını geliştirerek devleti “devletin baskı aygıtı ile Devletin İdeolojik Aygıtlarının devlet iktidarının altında bir araya gelmesidir” şeklinde tanımlar.[1] DİA’lar asıl olarak rızaya dayalı olarak işlerken, DBA baskıya dayalı işler. Toplumsal formasyonun, daha spesifik bir ifadeyle, tarihin belirli bir momentindeki kapitalist formasyonun varlığında sebat edebilmesi için kendi varoluş koşullarını yeniden üretebilmesi gerekir. Aksi takdirde “yaşamını bir yıl dahi sürdüremeyeceğini bir çocuk bile bilir”.[2] Egemen ideolojiyi kullanarak rızaya dayalı olarak işleyen DİA’ların üretim olanaklarını yeniden üretebilmesi, kapitalist formasyonun bağrından neşet eden egemen ideolojiye rızayla itaat edecek özneleri üretebilmesine bağlıdır. Öznenin bu üretim sürecine ilişkin olarak ideoloji ve özne arasındaki bağıntıyı “ideoloji bireylere özne diye seslenir”[3] teziyle ortaya koyan Althusser’in bu tezini, başlangıçta belirtilen tabiiyetin ikircikliği teziyle birlikte değerlendirmek, öznenin kuruluşunu ve düzene rızayla itaatini koşullandıran nedenleri anlamlandırabilmek açısından önemli bir teorik destek noktası sağlar.

İdeolojinin çağırdığı birey, bu çağrının kendisine yöneldiğini her zaman apaçık bir şekilde kavrar ve bu sese doğru döner, bu dönüş ile birlikte birey özne olur. Bu olayı teatral bir şekilde tahayyül edebilmek için “polisin (ya da başka birinin) her gün kullandığı en sıradan ‘Hey, sen, oradaki!’ yollu seslenişini düşünmek yeter”.[4] Bu metaforun akla getirdiği ilk soru, “kişi bu sesin kendisine yöneldiğini nasıl bilebilir ve bu sesle iletişim kurabilir?” sorusudur. “Bir insan, eğer hâlihazırda bir özne değilse, kendisini bir özne yapan söz konusu ‘çağrıyı’ nasıl olur da tanıyabilir ve üstelik ona bir karşılık verebilir? Karşılık verme, tanıma, anlama ve benzerleme değil midir, yani kişinin özne olabilmek için zaten özne olmuş olması gerekmez mi? Bu bağlamda, saçma ama özne, kendi varoluşundan önce var-olmak zorundadır”.[5] Bu sorunun farkında olan Althusser, söz konusu problemi çözüme kavuşturabilmek için ideolojiler öncesiz ve sonrasızdır tezinden hareketle zaten her zaman hatta doğumdan önce bile bireylerin özne oldukları fikrini ileri sürer. Fakat böyle bir açıklama çağrılma anını geçersiz kılma ihtimalinin yanında, hâlihazırda her zaman bütünlüklü özneler varsayımı gibi kabul edilmesi zor bir argümana dayanır. Çağrılmaya ilişkin bir başka soru ise, Judith Butler’ın da altını çizdiği üzere, bireyler neden bu sese kulak vererek hemen sesin sahibine döndüklerine ilişkindir.

III

Judith Butler, Foucault’nun iktidarın olumlu işlevlerini öne çıkaran bakış açısını sürdürmekle beraber, Foucault’ya karşı eleştirel bir şekilde yaklaşır. Butler’a göre Foucault iktidarı hem madun bırakan hem de özneyi kuran bir çerçevede ele alarak tabiiyetin ikircikliğini tespit etmiştir, fakat psikanalize kuramında yer vermeme konusundaki ısrarı nedeniyle, iktidarın psişik işleyişini ve bu ikircikliğin işleyiş mekanizmalarını tam olarak açıklayamamıştır. Butler, tabiiyetin yalnızca iktidar tarafından baskı altına alınmak, madun bırakılmak anlamına gelmediğini, aynı zamanda özne olmak anlamına geldiğini söyleyerek; tabiiyetin bu anlamda öznelerin varoluş koşullarını kurduğunu, öznenin varoluş koşullarından ayrılamayan bir yön ihtiva ettiğini belirtir. Bu duruma açıklık getirmek için Hegel ve Nietzsche felsefelerine değinen Butler, Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde ‘mutsuz bilinç’ olarak adlandırdığı olgunun, başlangıçta köleye dışsal gibi görünen efendi figürünün, kölenin vicdanı olarak ortaya çıkmasını, iktidarın psişik bir biçim kazanmasının bir örneği olarak görür. Nietzsche felsefesinde ise vicdan olgusu Deleuze’un ifadesiyle nihilizmin içe yansıtma evresidir; bu evrede insan suçu üzerine alarak, ‘bu benim hatam’ anlayışını geliştirir. Bu anlayış öznenin kendisiyle ve diğer öznelerle olan ilişkisini dolayımlandırır. Butler, Hegel ve Nietzsche felsefelerinin bize gösterdiği şeyin, iktidarın öznenin kimliğini kuran psişik bir biçim kazanması olduğunu söyleyerek, bu durumu bir “dönüş” figürüyle açıklar, “özne kendine dönen bir iktidarın kipliğidir; özne geri tepen iktidarın sonucudur”.[6] Özne kendi maduniyet koşullarına bağımlı ve maduniyet koşullarını arzular haldedir. Althusser’in çağrılma metaforunu bu bağlamda düşündüğümüz takdirde, öznenin bu dönüşe öncel olan bir arzuyla hemhal olduğu söylenebilir. Özne kendini var kılabilmek için, yasanın kurucu gücüne ihtiyaç duyar, onu arzular. Bu durum basitçe öznenin yasayı, iktidarı içselleştirmesi demek değildir.  Çünkü böyle bir açıklayış biçimi, özne ve iktidarı hâlihazırda verili kategoriler olarak ele alarak, bu ikisi arasındaki derin ilişkiyi, iktidarın özne kurucu gücünü görmezden gelir. Althusser’in anlatımında herhangi bir itirazda bulunmadan, “neden ben, sen kimsin, neden dönmeliyim?” gibi sorular sormadan yasaya itaat eden bireyin bu davranışını koşullandıran etmenlerin bir tahlili, vicdanın iktidarın psişik işleyişiyle olan ilişkisini gözler önüne serecektir. Bireyin yasanın sesine doğru geri dönüşü, öznenin maduniyetine bir gönderimde bulunmanın yanı sıra, öznenin var oluş koşullarının imkânını da kurması hasebiyle öznenin bir tür kendi üzerine dönüşüdür. Birey, özne olarak var olabilmek için bu maduniyet bedelini ödemek zorundadır. Öznenin kendi üzerine geri dönmesi, kendisini kendisi için nesne kılabilmesi vicdan aracılığıyla olur. Vicdan, kişinin bu sesle eleştirel bir ilişki kurmasını engelleyerek olası bir ret cevabının önüne geçer. Althusser, kapitalist toplumsal formasyonun kendisini yeniden var kılabilmek için, vicdanın yeniden üretilmesinin öneminin farkındadır. “Kapitalist toplumsal formasyonlarda, başka ideolojik aygıtlar çok daha önemli bir rol oynarlar; öyle ki, bu aygıtların tümü de tek bir “hedefe” yönelir; bu hedef ise, üretim ilişkilerinin kapitalist toplumsal üretimin çeşitli işlevlerini yerine getiren kişilerin maddi davranışında yani ‘vicdanında’ her gün, aralıksız biçimde yeniden-üretilmesidir”.[7] Vicdanlardaki bu yeniden üretim kişiyi yasanın çağrısına karşı savunmasız halde bırakır, kişi masumluğunu “iyi” bir özne olduğunu ispatlamak için yasayla bütünleşmeyi arzular. “O halde ‘özne’haline gelmek, suçlu varsayılmış olmak ve ardından masumiyet uğrunda çaba gösterip bunu ilan etmektir. Bu ilan tekil bir eylem değil sürekli bir yeniden üretimin ürünü olduğundan, ‘özne’olmak kişinin kendisini sürekli olarak itham edilmekten kurtarma ve aklama sürecidir”.[8]

IV

Öznenin kendi maduniyet koşullarına duyduğu bağımlılığı açıklamak için ‘tutkulu bağlılıklar’ kavramını geliştiren Butler’a göre; iktidar ilişkileri öznenin temel varoluş koşullarını kuran bir yapı olduğu için, insan kendi yaşamsal koşullarını yeniden üretebilmek, hayatta kalabilmek için maduniyet koşullarına tutkulu bir bağlılık gösterir. “Boyun eğenler, onları boyunduruğu altında tutana tahakkümün ürünü olan şemaları uyguladıklarında, başka bir deyişle, düşünce ve algıları bizatihi onlara dayatılan tahakküm ilişkilerinin yapılarıyla uyumlu bir şekilde yapılandığında, tanıma edimleri kaçınılmaz olarak minnet veya itaat edimleri olur”.[9]

‘Tutkulu bağlılıklar’ kavramını Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli eserinde açıklamaya çalıştığı temel sorunsalla beraber düşündüğümüzde, kapitalizmin uzun erimli varlığının, kendisine tutkuyla bağlı olan öznelerin yaratılmasına bağlı olduğu söylenebilir. Varlıkta sebat arzusunun sömürülmeye açık olan yönüne dikkat çeken Butler, bu arzunun sevgi olarak ortaya çıkacağını söyler; kişinin duyduğu tutkulu bağlılıklar onun hayatta kalabilmesi için zorunluysa, kişi sevmeden hayatta kalamaz. Kişinin kendini madun bırakana karşı duyduğu bu sevgi, çıkardan bağımsız bir sevgi olmamakla beraber, sadece çıkara indirgenebilecek bir sevgi de değildir. Butler, Althusser’in ideolojiyi maddi süreçler, ritüeller bağlamında ele almasının kapitalist formasyonun kendini yeniden üretmesi bağlamındaki arzu rejimlerini gözden kaçırmasına neden olduğuna işaret eder. Egemen ideolojinin çağrısına kulak veren kişi, bunu tutkulu bir bağlılıkla yapar. Kişinin kendisini madun bırakan koşulları arzulaması, bir yönüyle arzunun kendi aleyhine dönmesidir. Kişi, özne olabilmek için kendi arzusunu büyük Öznenin arzusuna bağlar. Butler’ın bu görüşleri Althusser’in çağrılma metaforunun ötesine işaret ederek, kapitalizmin varlığında sebat etme arzusuyla, bireylerin var olma arzuları arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizin önünü açacak bir arzu rejimi meselesini gündeme getirir.

V

Bireyin asıl arzuladığı şeyin var oluş koşulları olduğu anımsanırsa, iktidarın dolaysız bir şekilde arzulanmadığı, arzulananın iktidarın bu koşulları kurucu gücü olduğu açıklık kazanır. Bu durumu gözden kaçıran bir açıklama biçimi “öznenin maduniyetinden öznenin kendisini sorumlu tutmaya kadar gider”.[10] Kapitalist toplumsal formasyonun yeniden üretilebilmesi için, toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesi, dolayısıyla toplumsal rolleri gerçekleştirecek öznelerin yeniden üretilmesi gerekir. Bu doğrultuda, çağrıya kulak verip bireylerin özne olabilmesi için, çağrının bireylerin kendi var oluş koşullarını gerçekleştirebileceği bir içeriği de ihtiva etmesi gerekir. Böylece, Butler’ın tabiiyetin ikircikliği tezine uygun olarak birey hem kendini var kılarak özne olur, hem de kapitalist formasyona tabi olarak sistemin yeniden üretilmesine katkı sağlar. O halde çağrıda birbirleriyle gerilimli bir ilişkide olan iki arzunun varlığından bahsedilebilir: Sistemin varlıkta sebat arzusu ve bireylerin var olma arzusu. Egemen ideolojinin çağrısının kabul görmesi için, sadece yönetici sınıfın güç istencinin dolaysız bir yansıması olmaması gerekir. Bunu yanı sıra ”insanların hazırda var olan arzu ve istekleriyle ciddi bir şekilde ilgilenmesi, gerçek beklenti ve ihtiyaçları yakalayıp ortaya çıkarması, bunları yeniden kendi özel dili içerisinde seslendirmesi ve ilgili öznelere, söz konusu ideolojiyi onların gözünde akla uygun ve çekici kılacak şekilde, geri sunması da gerekir.”[11] Althusser’in söz konusu eserinde, birkaç istisnai ‘kötü özne’ dışında öznelerin kendiliklerinden rızayla işlediğini söylemesi ve işlevselci bir yaklaşım benimseyerek kurumları, bireyleri maddi üretim süreçlerine uygun olan fikir ve becerilerle donatan DİA’lara indirgemesi, egemen ideolojinin söz konusu çatışkılı karakterini gözden kaçırdığı izlenimini verir. Egemen ideolojinin bu çatışkılı karakteri, özgürleştirici bir siyasetin imkânına ilişkin ipuçları verir. Butler’ın, Althusser’e yönelik eleştirileri dolayımıyla açtığı bu teorik güzergâhtan ilerleyerek, bu ipuçlarının izi sürülebilir. İktidar yapılarının ve öznellik biçimlerinin durağan yapılar olmadıklarının, zorunsuz ve olumsal bir yapı ihtiva ettiklerinin bir ifadesi olarak anlamlandırabilecek ‘hegemonik pratikler’ kavramı, ‘olan’ın başka türlü olma potansiyelini de içerisinde taşıdığını göstererek, toplumsal değişimin imkânına vurgu yapar. “Olan şeyler her zaman başka türlü olmuş olabilirdi ve her düzen başka ihtimallerin dışlanması üzerine kuruludur. Her düzen daima güç ilişkilerinin belirli bir düzenlenişinin ifadesidir”.[12] Butler’ın düşünceleri esasen Laclau ve Mouffe tarafından geliştirilen hegemonik pratikler kavramıyla benzerlik gösterir. Öznenin, belirli güçlerin etkileşimi olarak anlamlandırılması, çağrılmanın ötesinde, çağıranın tam olarak tüketemediği ve çağrıdan arta kalan bir öznellik biçimine işaret eder. Böyle bir bakış açısı, öznenin failliğini mümkün kılarak özgürleştirici bir siyasetin kapısını aralar.

VI

Butler, maduniyet koşullarının ve tutkulu bağlılıkların, öznenin failliğini engellemek bir yana öznenin failliğini mümkün kılan unsurlar olduğunu belirtir. Özne kendi failliğini, varoluş koşullarını kuran iktidar ve maduniyet koşulları çerçevesinde gerçekleştirebilir. Maduniyet koşullarının öznenin failliğini mümkün kılması, öznenin failliğinin maduniyet koşullarını yeniden üretmekle koşullandığı, failliğin zorunlu olarak iktidar ilişkilerini yeniden üreteceği anlamına gelmez. Butler’ın iktidara karşı direnişi mümkün kılan faillik kavrayışında, ‘tekrar’ kavramı önemli bir yer tutar. Başlangıçta özneyi önceleyen, onun var oluş koşullarını kuran, failliği mümkün kılan iktidar; öznenin failliği ile birlikte, öznenin edimiyle ilişkili hale gelir. Butler’ın iktidar-özne bağlamında yaptığı bu ikili formülasyonda, birinci iktidar-özne kavrayışından ikincisine geçişte yaratıcı bir tersine çeviriş söz konusudur. Öznenin mekanik olmayan bir yineleme alanı olduğunu belirten Butler’a göre, öznenin failliği oluşum koşullarını içerse de, bu durum failliğin her zaman aynı kalacağı ve tamamen bu koşullara bağlı olduğu anlamına gelmez. Özne failliği aracılığıyla iktidarı kullanıp yinelediğinde, kendi failliğini mümkün kılan unsurları zamansallaştırarak, bu unsurların durağan yapılar olmadığını ortaya çıkarır. Bu da öznenin failliğinin tamamen maduniyet koşullarını yeniden üretmekle koşullanan ve bu koşulların dışına çıkması mümkün olmayan bir edim olmadığını, yaratıcı ve üretken bir edim olduğunu gözler önüne sererek; öznede faillik hissi oluşturur.

Butler’ın özgürleştirici bir siyasetin imkânına ilişkin bu görüşleri, Althusser’in gözden kaçırdığı tabiiyetin ikircikliği meselesine ışık tutar. Althusser’in, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli eserinde açıklamaya çalıştığı temel problematik olan kapitalist formasyonun yeniden üretimi meselesini, Butler’ın bu düşünceleriyle beraber okumak, kapitalizme karşı bir direniş imkânın nasıl mümkün olabileceğine ilişkin ipuçları verir. Bireylere özne diye seslenen, DİA’lar aracılığıyla işleyip onları kapitalist formasyonda oynayacakları rollere hazırlayan egemen ideoloji, Butler’ın kuramında, özneyi önceleyen, onun varoluş koşullarını kuran ve bireyin özne olabilmek için ihtiyaç duyduğu, birinci anlamdaki özne-iktidar formülasyonuna ilişkindir. Failliği mümkün kılan iktidarın, bir ‘tekrar’ ile birlikte faillik ile ilişkili hale gelmesiyle birlikte, ikinci anlamdaki özne-iktidar formülasyonuna geçilir. Böylece, iktidara karşı bir direniş imkânı ortaya çıkar. Bireyin, özne olabilmek için egemen ideolojinin çağrısına ihtiyaç duyması, bireyin her eyleminin maduniyet koşullarını ve/veya iktidar ilişkilerini yeniden üretmek üzere ön belirlendiği anlamına gelmez. Söz gelimi, varlığında sebat edebilmek için kapitalist toplumsal formasyonda, bir ücretli emekçi öznesi haline gelen bireyin, her davranışı zorunlu olarak iktidar ilişkilerini veya ücretli emek ilişkisini yeniden üretmek durumda değildir. Özne bir ‘tekrar’ ile kendisini ücretli emekçi öznesi olarak belirleyen güçlerin olumsallığını ortaya çıkararak, bu güçleri dönüştürebilir. Althusser’in, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli eserini yazdığı tarih olan 1969’dan bir yıl önce, dünya çapında meydana gelen olaylar, bu durumun en somut örneğidir. Althusser’in, eski devletin egemen ideolojik aygıtı olarak tanımladığı kiliseye karşı, burjuvazinin ideolojik mücadelesi sonucunda kurulduğunu söylediği ve günümüzdeki egemen DİA olarak tanımladığı öğrenimsel DİA içerisindeki özneler, 1968’de neredeyse devrim yapıyorlardı. Başlangıçta özne olarak var olabilmek için, kapitalist formasyonun egemen DİA’sı olan öğrenimsel DİA’nın çağrısına kulak veren öğrenciler, daha sonra faillik imkânlarının ortaya çıkmasıyla beraber kendilerini yapılandıran güçleri dönüştürme işine girişmişlerdir. Bu tarihsel örneğin de gösterdiği üzere, Butler’ın tabiiyetin ikircikliği tezi üzerinden Althusser’e yönelik eleştirileri, çağrılmanın ötesinde bir öznelliğe işaret ederek direnişin ve özgürleştirici bir siyasetin imkânını kurar.

[1]Althusser, L. (2010), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları, s. 58.

[2]  A.g.e., s. 153.

[3] A.g.e., s. 196.

[4]A.g.e., s. 200.

[5]Eagleton, T. (1996), İdeoloji, çev. Muttalip Özcan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 203.

[6]Butler, J. (2005), İktidarın Psişik Yaşamı, çev. Fatma Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 14.

[7]Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 113.

[8]Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, s. 113.

[9]Bourdieu, P. (2015), Eril Tahakküm, çev. Bediz Yılmaz, Ankara: Bağlam Yayıncılık, s. 26.

[10]Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, s. 14.

[11]Eagleton, İdeoloji, s.36.

[12] Mouffe, C. (2015),  Dünyayı Politik Düşünmek, çev. Murat Bozluolcay, İstanbul: İletişim Yayınları, s.22