Varlık ve Zaman, Bölüm VII: Vicdan

BÖLÜM VII: Vicdan

Heidegger’e göre vicdanın çağrısı dünyanın gevezeliğini bastırır ve beni kendime geri getirir.

Heidegger’in ölüme-yönelik-olma kavramının varoluşsal trajedisinden sonra bir vicdan tartışmasına neden ihtiyacımız var? Varlık ve Zaman’da Heidegger sık sık kendi ölüme-yönelik-olma tasvirinin biçimsel ya da ontolojik olarak doğru olsa da, “ontik” düzey olarak adlandırdığı deneyim düzeyinde daha ikna edici bir içeriğe gerek duyduğu üzerinde durur. Sonluluk, vicdan deneyimi aracılığıyla benliği kavrar. Bana göre, vicdan tartışması Varlık ve Zaman’ın en heyecan verici ve zorlu sayfalarını içerir. İzninizle Heidegger’in savının karmaşık çizgisini mümkün olduğunca basitleştirerek taslak haline getirmeyi deneyeyim.

Vicdan bir çağrıdır. O, birini, sahici olmayan bir biçimde her günkü yaşamın eve benzer aşinalığına gömülü halinden uzaklaşmaya çağıran bir şeydir. Heidegger, vicdanın, birinin kafasının içindeki ve dışsal bir sese benzeyen, onu dünyadaki yaşamın gevezeliğinden ve curcunasından dışarıya çeken ve bizim bitmek bilmeyen meşguliyetimizi sona erdiren bir şeyin, tekinsiz deneyimi olduğunu yazar.

Bu Augustinus ve Luther’de bulabileceğimiz, Hıristiyan vicdan deneyimine oldukça yakındır. İtiraflar’ın sekizinci kitabında Augustinus, bütün dönüşüm dramını, birini Kutsal Kitap’ı sahiplenmeye götüren ve nihayetinde onu paganizmden Hıristiyanlığa döndüren “çocuk sesine” benzeyen dışsal bir sesin duyulması ile tasvir eder. Luther vicdanı Tanrı’nın insanın zihnindeki çalışması olarak betimler.

Buna karşın, Heidegger’e göre vicdan Tanrı’nın benimle konuşması değil, benim kendimle konuşmamdır. Vicdanın tekinsiz çağrısı –onun ani belirişinin sancısı ve ağrısı- onu yabancı bir sesmiş gibi duyurur; fakat Heidegger bunun Dasein’ın kendisine çağrısı olduğu konusunda ısrarcıdır. Ben, dünyadaki, Sartre’ın onun “sahte ölümsüzlüğü” diyeceği şeyi içeren sahici olmayan yaşamımdan, kendime geri çağrılırım. Bunun yanı sıra, benlik, altıncı yazıda gördüğümüz üzere, ölüme-yönelik-olma ile ilgilisinde tanımlanır. Demek ki, vicdan, Yorick’in kafatası ile mezarda bulunan Hamlet’e bir parça benzer biçimde, insanın kendisini kendi faniliğine çağırmasının deneyimidir.

Vicdanın çağrısında ne söylenir? Heidegger oldukça açıktır: Kral Lear’daki Cordelia gibi, hiçbir şey söylenmez. Vicdanın çağrısı sessizdir. Tavsiye ya da talimatlar içermez. Bunu anlayabilmek için, Heidegger’e göre sahici olmayan yaşamın ayırt edici niteliğinin gevezelik, -örneğin blog dünyasının her daim belirsiz curcunası, olduğunu kavramak önemlidir. Vicdan, Dasein’ı bu gevezelikten sessizce geri çağırır. Onun, Heidegger için dilin ayrıcalıklı kipi olan ve Heidegger tarafından “suskunluk” (Verschwiegenheit) olarak adlandırılan bir özelliği vardır. Dolayısıyla, vicdanın çağrısı sessiz bir çağrıdır, dünyanın gevezeliğini bastırır ve beni kendime geri getirir.

Vicdanın bu tekinsiz çağrısı ne demektedir? Vicdanın çağrısı bir kelimeye indirgenebilir: Suçlu! Peki, Dasein’ın suçu gerçekten ne anlama gelir? Bunun anlamı şudur: İnsan, dördüncü yazıda gösterildiği gibi, öne doğru fırlatılmış bir tasarı olduğu için, o kaçınılmaz bir şekilde hep olduğu şey olacaktır. Yani, insan varoluşu bir eksikliktir, Dasein oluşu (orada-olması-ç.n.) nedeniyle, geri ödemek ya da telafi etmek için çabaladığı bir borcu hep kendinde taşır. Bu, aynı zamanda borç anlamına da gelen suçun (Schuld) ontolojik anlamıdır. Ekonomik olarak sıkıntılı zamanlarda yazdığını hatırlatmak gerekse de, Heidegger belki de şaşırtıcı bir biçimde, “Yaşam kendi giderini karşılasa da karşılamasa da bir iştir” der. Borç bir olma halidir. Borçluyum, o halde varım.

Heidegger, suçun ontolojik anlamı olarak borçluluğun, suçun geleneksel ve ahlaki bütün kavranışlarının temeli olduğunu göstermeye devam eder. Heidegger’in suç fenomenolojisi –ki burada Ahlakın Soykütüğü Üzerine’deki Nietzsche’ye yaklaşır, ahlak tarafından varsayıldığı için, onun tarafından tanımlanamayan etik benliğin derin yapısını ortaya çıkarma iddiasındadır. Heidegger, kötülüğün iyilik yoksunluğu (privatio boni) olarak ele alındığı Hıristiyan anlayışını reddederek, suçun her ahlakın ahlak-öncesi kaynağı olduğunu iddia eder. Suç kötü müdür? Hayır, fakat iyi de değildir. Heidegger’e göre, o basitçe olduğumuz şeydir. Biz suçluyuz. Kafka’nın ebedi hakikatteki payıdır bu.

Heidegger Dasein’ın kendisine suç yüklemediğini ısrarla belirtir. O basitçe, Heidegger’in söylediği gibi, zaten hep, suçludur. Sahici olmada değişen şey, insanın vicdanın çağrısını anlaması ve onu kendi üzerine almasıdır. Sahici Dasein kendi varlığının bir suçu taşıdığının farkına varır. Heidegger, bunu yaparken Dasein’ın kendisini seçtiğini yazar. Bu oldukça ilginçtir; seçilen, Dasein’ın ontolojik isteğinden ve borçluluğundan dolayı zaten sahip olduğu vicdana sahip olmak değil, Heidegger’in, epeyce kaba bir ifadeyle, “vicdana-sahip-olmayı-isteme” (Gewissen-haben-wollen) dediği şeydir. Dilerseniz buna ikinci-derece isteme diyelim: Ben olduğum şeyi istemeyi seçerim. Heidegger, ancak bu şekilde insanın yükümlü ya da sorumlu (verantwortlich) olabileceğini ekler. O halde, sorumluluk – ki en azından bir tartışma konusudur ve Heidegger’in çalışmalarıyla ilişkilenen her etik kavrayışının anahtarı olacaktır- çağrıyı anlamaya ve bir vicdana sahip olmayı istemeye bağlıdır. Heidegger, bu seçimi yapmanın kararlı hale gelmek olduğunu vurgular.