Grundrisse ve Kapital’den Sonra Marx’ın Devlet Kuramı

Marx’ın devlet kuramının gelişiminden bahsederken, onun iktisat kuramının gelişim düzeyini de dikkate almamız gerekir. “Genç” Marx ile “olgun” Marx arasında olduğu varsayılan “kopuş”, çokça tartışıldı. Fakat ben, ne bu kopuşa ilişkin tartışmalara ne de genç Marx’a ve onun iktisat kuramını oluşturmasında bir basamak olan ve hayli felsefi nitelikli olmakla birlikte iktisat kuramı bilgisi taşımayan devlet kuramına yönelik tartışmalara vurgu yapmak istemiyorum.
Burada Marx’ın devlet kuramını ele alırken asıl vurgulamak istediğim, 1845’ten sonra gerçekleşen bir diğer “kopuş” (“Katkıya Önsöz”de belirttiği üzere 1845, Marx’ın önceki felsefi düşüncelerini  eleştiriye tabi tuttuğu yıldır). Yine aynı Önsöz’de Marx, okurlarının nadiren farkettiği başka bir kopuştan ya da bir başka bir ifadeyle yeni bir inceleme düzeyine ulaşmaktan bahseder. Londra’ya taşınmasından hemen sonra Marx, British Library’de karşılaştığı muazzam materyale ve onu “herşeye en başından başlamaya” (“ganz von vorn wieder anzufangen”) sevkeden kapitalizme ilişkin yeni gelişmelere vurgu yapar. Söz konusu bu yeni başlangıç önemsiz bir husus olmayıp Marx’ın çalışmalarının gelişimini belirleyen bir role sahiptir. Nitekim bu durumu, 1840’ların sonralarında yazdığı iktisadî yazıları, 1857’den itibaren yazdıklarıyla karşılaştırdığımızda açık bir şekilde fark ederiz.
Marx’ın Başta “Alman İdeolojisi”, “Felsefenin Sefaleti”, “Ücretli Emek ve Sermaye” ve “Komünist Manifesto” olmak üzere, 1840’ların ikinci yarısında pek çok önemli iktisadi yazısının olduğunu görüyoruz. Bütün bu yazılarında, fakat bilhassa da “Felsefenin Sefaleti” ile “Ücretli Emek ve Sermaye”de fazlasıyla Ricardo’nun iktisat kuramına dayanır. Bir taraftan Ricardo’yu kapitalizmin tarihsel ve geçici bir üretim tarzı olduğunu görmemekle eleştirir, ancak diğer taraftan Ricardo’nun analitik sonuçlarına ve Ricardo’nun kullandığı kategorilere yönelik hiçbir temel eleştiride bulunmaz. Bu dönemde Marx, kapitalizmin işleyişini açıklamak ve (örneğin Proudhonunki gibi) sosyalist düşünürleri eleştirmek için Ricardo’nun kategorilerini ve onun ulaştığı sonuçları kullanır. Hatta bazı bakımlardan bu dönemde Marx’ın, Ricardocu Okulun sol kanadıyla daha fazla ortak yanı olduğunu bile söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu dönemde Marx, ekonomi politiği eleştirel bir şekilde kullansa da ekonomi politiğin esaslı bir eleştirisini yapmaz.
Ricardo’nun kuramına yönelik eleştirilere 1850’lerin hemen başlarında girişen Marx, ilk olarak Ricardo’nun para miktar teorisini, akabinde rant teorisini ve son olarak da değer teorisini eleştirir. Nihayetinde bu süreç, Marx’ın sadece Ricardo’yu değil, fakat bütün bir ekonomi politiği eleştiriye tabi tuttuğu “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”yle[1] sonuçlanır (ki bu eleştiri sadece Ricordo’yla sınırlı olmayıp bütün ekonomi politik bilimini kapsar). “Grundrisse”, ekonomi politiğe ilişkin ulaştığı bu yeni düzeyin ilk temel metnidir. Ekonomi politiğin sadece uygulamaları değil, fakat (daha da önemlisi ) kategorilerin oluşumu da sorgulamaya tabi tutulur ve böylece bütün bir bilim ve onun nesnesi bu doğrultuda eleştirilerle nesnesi tanımlanıp oluşturulur.
Marx’ın 1845 sonrasındaki iktisadi yazılarına ilişkin olarak, “Ricardocu söylem”in etkisini taşıyan 1840’ların sonları boyunca yazdıklarıyla, 1850’lerden itibaren başlayan gerçek “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” döneminde yazdıkları arasında bir ayrım yapmalı ve tıpkı Immanuel Kant’ın gelişiminde olduğu gibi Marx’ın gelişimi için de “eleştiri öncesi” dönemle büyük “eleştiri” dönemini birbirinden ayırmalıyız. Peki bütün bu söylediklerimizin devlet kuramıyla ne gibi bir ilgisi var?
Bazı bakımlardan, toplumun ve iktisadi yapının Ricardocu söylemde veri olarak alındığını söyleyebiliriz. Spesifik iktidar ve sömürü ilişkileri sorunsallaştırılır ki zaten bu ilişkilerin sorgulanması gerektiği gayet açıktır. Fakat bu iktidar ve sömürü ilişkilerinin altında “üretim” ve “toplum” gibi genel özelliklerin olduğu görülür.
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi”nin söylemi ise bize bu izlenimin yanlış olduğunu anlatır. Ne ekonomi ne de toplum, veri olarak alabileceğimiz varlıklar değildir. Bunların “oluşumlarını” sorgulamamız gerekir. Fakat bu sorgulama, oluşumun bizatihi kendisini tarihsel bağlama oturtularak yapılamaz. Oluşum, ki burası hayati önemdedir, modern bir oluşumdur. Dolayım (“vermittelnden”) sürecinin ürünüdür ve doğrudan görünür değildir.
Bu biraz kulağa garip gibi gelebilse de bu çeşit bir akıl yürütmenin Marx’ın para kuramında çok açık bir şekilde bulunabileceğini hatırlarsak çok da fazla şaşırmayız. Ekonomi politikte (ki bu ekonomi politiğin 19. yüzyıla mı yoksa neoklasik döneme mi ya da 20. yüzyılın Keynesci ekonomi politiğine mi ait olduğunun herhangi bir önemi yoktur) para veri olarak olarak alınır. Bu ne iktisatçıların para olmaksızın toplumların varlığını yadsıdıkları ne de paranın ortaya çıktığı tarihsel süreci yok saydıkları anlamına gelir. Fakat para bir kez oluştuğunda gayet basit, açık ve fonksiyonlarıyla (değer ölçüsü, dolaşım aracı ve değer saklama aracı vb. fonksiyonlarıyla) tanımlanan bir şey olarak görünür. Ekonomi politik, parayı fonksiyonlarıyla açıklar.
Marx da parayı fonksiyonlarıyla açıklar, fakat sadece “Kapital”in[2] 3.üçüncü bölümünde. Oysa birinci ve ikinci bölümler de parayla ilgilidir. Birinci bölümdeki değer biçimi analizi ve ikinci2. bölümdeki mübadele sürecinin analiziyle Marx, paranın bu (çağdaş) oluşum sürecini ele alır: değer ile para arasındaki ilişki (değerin genelliği, değerin genel bir biçimi olarak para biçimini gerektirir) ile meta sahiplerinin çelişik durumu (herkes kendi metasının genel eşdeğer olmasını ister), meta sahiplerinin bir şeyi, gerçek para olarak dışarıda tutmalarını zorunlu kılar.
Para sadece belli fonksiyonları olan bir şey değildir. Para belli ilişkilerin (metalarla meta sahipleri arasındaki ilişkilerin) bir sonucu ve bu ilişkilerin somutlaşmış bir halidir. Söz konusu bu ilişkiler, Marx’ın “Kapital”in ikinci bölümünün sonunda vurguladığı üzere bu sonuçta görünmez hale gelir:
“Aracılık yapan hareket, kendi sonucu içinde kaybolur ve arkasında hiçbir iz bırakmaz.”[3]
 (“Die vermittelnde Bewegung verschwindet in ihrem eignen Resultat und lässt keine Spur zurück“)
Fakat bu önerme sadece para için değil, kapitalist ekonomi ve kapitalist toplumun oluşumu için de geçerlidir:
Aracılık yapan hareket, sonuçlarında görünmez hale gelir.
Marx’ın teorik gelişiminde aracılığın[4] mevcut olduğunu keşfetmek önemli bir adımdır. Böylesi bir gizli yapının mevcudiyeti, Marx’ın 1840’ların ikinci yarısındaki döneminde çok da net değildir. Yalnızca amprik olguları, gerçek/somut süreçleri ifade edebileceğimize yönelik “Alman İdeolojisi” amprisizminin daimi vurgusunda, gerçekliğin -“Kapital”de ortaya konduğu şekilde- görünür/görünmez, duyusal/duyu-ötesi, “sinnlich-übersinnlich” şeklindeki karmaşık yapısından eser yoktur.
“Komünist Manifesto”da ise Marx, kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimiyle birlikte sadece eski yapıların yok olmadığını aynı zamanda toplumsal yapının da daha basit ve şeffat bir hale geldiğini belirtir. Bu ise neredeyse Weberyan bir önermedir (Max Weber, altmış yıl sonra modern kapitalist toplumlarda gerçekleşen dünyanın demistifikasyonu sürecini anlatır bizlere).
Bunu Marx’ın “Kapital”de ileri sürdüğü fetişizm ve mistifikasyon söylemiyle karşılaştıralım: kapitalist toplumlar sadece basit ve şeffaf görünürler. “Komünist Manifesto”da takdir edilen şeyler artık yanlış bir görünüş olarak tanımlanır ve bu yanlış görünüşün oluşumu ortaya konur. Fakat bu ifşanın, Marx’ın 1840’ların sonlarında yaptığı gibi ekonomi politiğin iktisadi kategorileriyle yapılması mümkün değildir. Böylesi bir ifşanın yapılabilmesi, bizatihi kategorilerin eleştirisiyle mümkündür ki “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”nde yapılan da tam olarak budur.
Eleştiri düşüncesi öncesindeki “Komünist Manifesto”, aynı zamanda Marx’ın sınıflar ve devleti ele alma tarzına ilişkin düşüncelerine temas eder. Hem sınıfların hem de devletin veri olarak alındığı bu dönemde Marx’ın tanımladığı tek oluşum, tarihsel oluşumdur.
Örneğin sınıflar öylesine veri olarak alınmıştır ki “Manifesto”, herhangi bir açıklama yapmaksızın doğrudan bununla başlar. Manifesto’nun ünlü ilk paragrafının ilk cümlesini hepimiz biliriz:
“Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.”
Verilen mesaj oldukça açıktır: sınıf nosyonunun ayrıca açıklanmasına ihtiyaç yoktur; bilakis sınıf, açıklama yapmak için kullanılan bir araçtır. Nitekim Marx, kapitalizmin ortaya çıkışını ve gelişimini bu şekilde açıklar.
Şimdi bunu “Kapital”deki argümantasyon yapısıyla karşılaştıralım: Bir kere, “sınıf” nosyonu hemen başlangıçta belirmez. İkinci kısımda ilk olarak ortaya çıktığında ise açık bir şekilde tanımlanmış değildir. Marx’ın “Kapital”in birinci cildinde kullandığı sınıf nosyonu hayli temel düzeyde ve de  üstü kapalıdır.  Buna rağmen birinci cilt uzun bir süre boyunca “Kapital”i okumaya hakim olmuş ve söz konusu bu başlangıç niteliğindeki sınıf nosyonu, “Marx’ın sınıf kavramı” olarak görülmüştür. Sınıfa ilişkin çok daha karmaşık düşünceleri ise üçüncü ciltte bulabiliriz. Nitekim ancak bu cildin sonunda Marx, son bölüm olarak sınıflar üzerine bir bölüm yazmayı planlamıştır.
Tam anlamıyla sınıf nosyonuna ulaşılması ise ancak Kapital’in her üç cildiyle birlikte mümkün olabilmiştir. Ve de bunun bir nedeni vardır. Daha “Kapital”in önsözünde Marx, kişilerin yalnızca iktisadi kategorilerin kişileşmesi olarak ele alındığı yönündeki o ünlü düşüncesini ileri sürer ki bu aynı zamanda “Grundrisse”de de bu şekilde ele alınır.
“Toplum kişilerden değil, kişiler arasındaki ilişkilerden oluşur” cümlesi artık belirleyici düşünce olur.  Bütün toplumsal yapı, bireylerin bir ürünü olmakla birlikte, bu yapı bireylerin faaliyetleriyle açıklanamaz. Bilakis, bu faaliyetleri (yani normal, sıradan faaliyetleri) yapıların mantığıyla açıklamak gerekir.Bunun nasıl işlediğini “Kapital”in[5] ilk iki bölümünden gözlemleyebiliriz: Marx, meta sahiplerinin eylemlerinin analizini (ikinci b2. Bölüm), emeğin ürününün “meta biçimi” olarak analizinden (birinci bölüm) hemen sonra yapar.Aynısı sınıflar için de geçerlidir. Biçim-belirlenimli bağlamda faaliyette bulunanlar sadece kişiler değil, aynı zamanda sınıflardır da. Sadece meta sahiplerinin karakter maskeleri değil, aynı şekilde sınıflar da belli bir yapısal mantığın ürünüdürler ki buna, söz konusu bu yapılara içsel olan fetişizm ve mistifikasyonlar da dahildir.
Marx, Kapital’in birinci cildinde ücret-biçimini analiz ederken hem emekçilerin hem de kapitalistlerin bütün adalet ve özgürlük tahayyüllerinin, aldatıcı ücret-biçiminden (sanki emeğin karşılığı verilmiştir de artık  emeğin fiyatının adil olup olmadığı tartışabilirmiş gibi) türediğinin ipucunu (daha fazla ayrıntıya inmeksizin) verir. Bu bakış açısını genelleştirebiliriz. Ücret-biçimi, Marx’ın 3.üçüncü cildin sonunda yaptığı Üçlü Formülün ana ögelerinden biridir. Bu ise sadece kapitalist üretim sürecinin sahte görünüşünü (üretim sürecinin üç faktörünün işbirliğiyle her bir faktör, ortaya koyduğu katkının karşılığını alır) açığa vurmakla kalmaz, aynı zamanda sınıfların işlevselliğine ve de pozisyonuna yönelik muhayyel bir görüntü sunar. Söz konusu bu sunumlama şeklinin Üçlü Formülasyon[6] halini almasından sonradır ki Marx, artık bilimsel bir ifadeyle (yani daha önce yaptığı şekilde taslak olarak değil) sınıflardan bahsetmeye başlar. Her ne kadar Marx tarafından bunun bir taslağı çıkarılmamış olsa da bence şurası gayet açık: Üçlü Formülasyonun sihirli gündelik dünyası,  ideolojik anlatılarda yer almayan fakat kapitalist toplumların yapısal özelliği olan hayali “millet” topluluğunun anlaşılmasını sağlar.
Sınıflar için söz konusu olan bu durum aynı şekilde devlet için de geçerlidir. “Komünist Manifesto”da Marx, devleti veri olarak alır. Devleti bir iktidar aracı ve sonradan yazdığı üzere bir “makine” olarak düşünür. Farklı sınıflar tarafından kullanılabilen söz konusu bu araç üzerinde de bir sınıf mücadelesi yürütülür ve egemen sınıf bunu kendi iktidarını savunmak için kullanır.
Benzer bir düşünce Engels’te ve onun sonradan yazdığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri”nde de bulunabilir. Nitekim Engels’in bu kitabında ileri sürdüğü düşünce, Lenin’den Gramsci’ye ve Poulantzas’a kadar devlete ilişkin Marksist düşünce geleneğini oldukça etkilemiştir. Söz konusu bu geleneğin ulaştığı sonuçları reddetmek istemiyorum ancak bunun hayli noksan olduğu görünmektedir. Esasında bu, Marx’ın “ekonomi politiğin eleştirisi” ile açılan bir iktidar sosyolojisidir ancak belli bir olgunluğa ulaşamamıştır.
Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” aynı zamanda, iktidarın sosyolojisinden temelde farklı  bir niteliği olan devletin ve politikanın analizini mümkün hale getirmiştir. Bu tip bir analize zemin hazırlayan ise toplumsal biçimlerin eleştirel analiziyle toplumsal yapılara içkin fetişizm ve mistifikasyon analizidir. Dahası böyle bir analiz gereklidir de: Marx’ın ekonomi politik eleştirisi meta kategorisiyle başlayıp para ve sermaye ile devam eder, fakat daima kapitalist üretim tarzının hakim olduğu bir toplum varsayımı üzerinden hareket edilir. Bu sadece sermaye ilişkilerinin tam anlamıyla gelişkin olduğu bir toplumu değil, aynı zamanda politik bir biçim olarak burjuva devletini ve pazar etrafında örgütlenmiş kapitalist bir dünyanın hüküm sürdüğü (ve her türlü ekonomik ve politik “dışsal” ilişkilerin de dahil olduğu) bir toplumu ifade eder. Peki devletin politik bir form olarak bu şekildeki bir analizini, iktidarın sosyolojisi olarak görünenden farklılaştıran nedir? 1859 tarihli Önsözün o defalarca alıntılanan kısa cümlesinde Marx “gerçek temel” ile “hukuki ve politik üstyapı”dan bahseder. İktisadî ve deterministik bağlamda sıklıkla yanlış kullanılan üstyapı nosyonu, toplumun işleyişi için gerekli olan yapısal ilişkilerle belli bir uyumluluğa dayanır (söz konusu bu uyum zorunluluğuna ilişkin çok daha “sert” bir formülasyon, Marx’ın “… maceracı şövalyeciliğin toplumun bütün iktisadi şekilleri ile bağdaşabileceğini sanmakla yaptığı hatanın cezasının Don Kişot çoktan çekmiş bulunuyor”[7] dediği Kapital’in fetişizm bölümündeki dipnotta bulunabilir).
Fakat söz konusu bu uyum zarureti, yapının karakterine ilişkin herhangi bir önermede bulunmaz. Marx hem 1859 tarihli Önsözde hem de yukarıda belirtilen dipnotta yalnızca ulaştığı bu sonuca işaret eder; yoksa bu sonuca ilişkin herhangi bir açıklama getirmez. Marx’ın artık değerin ele geçirildiği ve doğrudan üretimden kaynaklanan “spesifik ekonomik biçim”in iktidar ve egemenlik ilişkilerini belirlediğini belirttiği 3.üçüncü cilttde çok daha somut ipuçları mevcuttur.
Esasında, kapitalist koşullarda artık emeğin ele geçirilmesinin hayli spesifik bir biçimi vardır: Bu kişisel egemenliğe ve bireysel bağlılığa değil, bağımsız (özgür ve eşit) meta sahipleri arasındaki sözleşmeye dayanır. Doğrudan kişiler arasında olmasa da Ortaçağdaki feodal toplumlarda veyahut da köleci Antik Yunan ve Roma toplumlarında da eşitsizlik ve bağımlılık mevcuttur. Marx’ın “Kapital”in ilk cildinde yazmış olduğu üzere şeylerin, yani iktisadi koşulların “sessiz gücü”nün dolayımladığı bir bağımlılık mevcuttur. Kapitalizmde ise bireysel bağımlılık yerine gayrişahsi egemenlik, yani bu üretim tarzının objeleriyle kopmaz şekilde ilişkili olan ve fetişizmle dolayımlanan yapının egemenliği söz konusudur. Dahası bu fetişizme sadece bağımlı sınıflar değil egemen sınıflar da maruz kalmak durumundadır.
Tarihsel biçiminden bağımsız olarak burjuva devlet, söz konusu bu gayrişahsi egemenlik biçimini korumak ve aracılık yapmak zorundadır. Dolayısıyla her ne kadar bütün devletleri ve onların işlev ve niteliklerini kapsamasa da bir tür “ideal ortalama” olarak belli bir “öz (core)” tanımlayabiliriz.  Marx’ın 3.üçüncü cCiltte yer alan Üçlü Formülasyona ilişkin açıklamalarının sonunda bize söylediği üzere “Kapital”in amacı, kapitalist üretim tarzının “ideal ortalama”sının ortaya konmasıdır. Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”nin bir parçası olarak devlet üzerine yazmayı planladığı kitapta da bu tip bir “ideal ortalama”yı ortaya koyacağını varsayabiliriz.
Buradan çıkarabileceğimiz ilk sonuç, bizatihi gayriresmi egemenlik yapısını korumak zorunda olan devletin esasen kişisel egemenliğe dayanamayacağı, Heide Gerstenberger’in ifadesini kullanırsak “öznesiz iktidar” (subjektlose Gewalt) olması gerektiğidir.
Elbette burjuva devlette hükümet, başkan, başbakan ve de parlamento vardır. Peki buna rağmen, Ortaçağdaki anlamıyla bir şahsi egemenlikten bahsedebilir miyiz? Tabiki hayır. Peki ya Leninist gelenekte belirleyici bir rol oynayan “Tekelci Lordlar” hakkında neler söyleyebiliriz? Tabiki onlar da yasal ya da yasadışı yollardan etkide bulunmaya çalışırlar. Nitekim burjuva basını bu tür hikayelerle doludur. Sürekli bir mücadele söz konusudur: Bazı gruplar etkilerini artırmaya çalışırken diğer bazıları ise bu etkileri sınırlandırmaya çabalar. Fakat bu zaten burjuva egemenliğinin mekanizması değil midir? Burada bu konu ayrıntılı şekilde ele alınmayacak; fakat yine de şu kadarını söylemekle yetinelim ki ekonomi sadece sermayenin faaliyetleriyle oluşmakla kalmayıp aynı zamanda bu faaliyetlerle işleyen gayrişahsi “değer yasası”nın hakimiyeti aldında olduğu müddetçe politik biçim, bu tür gayrişahsi yapılara maruz kalmak zorunda kalacaktır.
Bir başka ifadeyle: Marksist iktidar sosyolojisinin sınıflara, sınıf fraksiyonlarına ve devlete etkide bulunmaya ilişkin mücadeleler hakkında ileri sürdükleri yanlış ya da önemsiz değildir, fakat bunlar sadece yüzeyde görünenlerdir. Bunların arkasındaki daha derin güçleri ya da daha doğru bir ifadeyle, biçim-belirlenimlerini incelememiz gerekir. Zira sadece güç ilişkileri söz konusu değildir, aynı zamanda bu güç ilişkilerinin gerçekleştiği biçim belirlenimli alanlar da söz konusudur.
Üç biçim belirlenimli alan ayırtedebiliriz:
-Özgürlüğü, eşitliği ve mülkiyeti garantileyerek iktidarın “hukukun egemenliği” biçimindeki kullanımı. Böylece mülksüz kişiler emek güçlerini satmaya zorlanacak, fakat aynı zamanda kapitalist sınıfın bazı fraksiyonlarının aleyhine de olsa “genel çıkar”ın (kapitalist anlamda genel çıkarın) gözetilmesi fırsatı yakalanmış olacaktır;
-Toplumun kapitalist bir toplum olarak varlığını sürdürmesine ilişkin genel şartları sağlamak üzere: tek tek kapitalistler tarafından kârlı bir şekilde üretilmesi mümkün olmayan altyapısal koşulları hazırlamak, emek gücününün emek gücü olarak varolmasını sağlamak (yani işçilere iyi bir yaşam sağlamaktansa, onların işsizlik, hastalık gibi belli risklerle karşılaşmalarına rağmen varlıklarını devam ettirmlerini sağlamak);
-(kapitalist çıkar olarak) “genel çıkar”ı bulup meşrulaştırmak: kapitalist toplumlardaki “egemen sınıf” birbiriyle rekabet içinde olan rakiplerden oluşur ve “sınıf çıkarları” net değildir. Bunun bulunması ve farklı fraksiyonlar arasında bir dengenin oluşması gerekir. Fakat aynı zamanda bu çıkarın bağımlı sınıflar nezdinde de meşrulaştırılması gerekir (aksi takdirde zor kullanımı gerekir ki bu da ilk belirlenimle çelişkili bir durum oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda oldukça da masraflı ve toplam kazancı sıfırlayan bir mahiyet taşır).
Bu üç alanın somutta aldığı biçimler, sürekli olarak farklılaşır ve daima sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının mücadelesine konu olurlar. Fakat en azından gelişmiş bir kapitalist toplumda, söz konusu bu üç alanı doğrudan devlet politikasına ya da devlet düzenlemesine konu olan alanlar olarak bulabiliriz. Bahse konu bu “ideal ortalama”ya yönelik daha detaylı bir inceleme, Marksist devlet kuramının en büyük bölümünü oluşturan Marksist iktidar sosyolojisi düşüncesinin merkezindeki siyasal mücadelelerin “arkasında” yaşananları anlamamıza yardım edebilir. Ayrıca uluslararası düzeyde olup bitenleri ve uluslararası kuruluşların, (Avrupa Birliği gibi) yeni devlet yapıları için ne ölçüde bir başlangıç noktası oluşturduğu ya da bunların (IMF ve DTÖ örneğinde olduğu gibi) ulus devletler arasındaki rekabete ne şekilde aracılık yapıp düzenleyici bir rol oynadıklarını anlamamıza da yardımcı olabilir.
*Michael Heinrich (m.heinrich@prokla.de) siyaset bilimci ve matematikçi, Prokla adlı eleştirel sosyal bilim dergisi yayın kurulu üyesi. Yazarın Yordam Kitap’tan Koray Yılmaz çevirisiyle yayımlanacak olan “Kapital’e Giriş” adlı bir kitabı bulunmaktadır.
Metnin orijinali: “Marx’s State Theory after “Grundrisse” and “Capital” http://www.oekonomiekritik.de/2007-State.htm

[1] Makale boyunca kullanılan “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” (Critique of Political Economy) ifadesiyle yazar, spesifik olarak Marx’ın 1859 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sına değil, daha genel olarak Grundrisse ile başlayıp Kapital’le sona eren  sürece vurgu yapmaktadır (ç.n).
[2] Yazar burada Kapital’in ilk Cildinin-Birinci Kısmını kastetmektedir (ç.n).
[3] Bu ifadenin çevirisinde Yordam Kitap’tan çıkan Kapital çevirisi (2011, s.100-101) esas alınmıştır (ç.n).
[4] Yazarın “intermediate” olarak kullandığı ifadenin bu cümledeki karşılığı olarak “dolayım” kelimesi tercih edilmekle birlikte bir önceki cümlede Kapital’den yapılan alıntıyla uyumlu olması için “aracılık” kelimesi tercih edilmiştir (ç.n).
[5] Burada kastedilen Kapital’in 1. Cildinin-Birinci Kısmıdır [ç.n.].
[6] Üçlü formülasyon ifadesi, Kapital’in 3üçüncü. cildinde Marx’ın “toplumsal üretim sürecinin tüm gizemini kapsayan üçlü formül” olarak belirttiği “Sermaye–kâr, toprak–toprak rantı, emek–ücret”e gönderme yapmaktadır [ç.n.].
[7] Bu ifadenin çevirisinde de Yordam Kitap’tan çıkan Kapital çevirisi (2011, s.91, dipnot 36) esas alınmıştır (ç.n).