Herkesin Sevdiği Yiyeceğin Meşum, Gizli Tarihi

Christopher Columbus’un 500 yıl önce Pasifik baharatlarını aramak için Atlantik’i geçmesi meşhur bir hesap hatasıdır. Columbus, bunun yerine Karayipler’de anakaraya ulaştığında, kendisini karabiber veya muskat veya hindistancevizinden bîhaber, buna karşın aynı derecede önemli bir bitki yetiştiren Taínoların arasında bulmuştu.

Taínolar esas olarak patatese benzeyen nişastalı bir kök sebzesi olan manyok ekip biçmekteydi. Kassava, yuka veya tapyoka olarak da bilinen manyok, bugün dünyada milyarlarca insanı besleyen yüksek kalorili bir temel gıda ürünüdür. Arawak olarak da bilinen Taíno’lar ise, bu ürünü yetiştirmekte ustaydı.

Kültür Bitkilerinin Tarihi” kitabının yazarı tarihçi Jonatjan Sauer göre “İspanyollar Büyük Antiller’deki Arawak tarımcılığının manyok verimliliğinden çok etkilenmişlerdi”: “[bir  İspanyol Tarihçi] 20 kişinin bir ay boyunca günde 6 saat çalışması halinde, 300 kişilik bir köye 2 yıl yetecek kadar manyok ekmeği üretebilecek yuka dikebileceğini hesaplamıştı.”

Eldeki bilgilere göre, Taínolar refah içinde yaşıyordu. Sauer, bu topluluğun “bir milyonun üzerinde iyi beslenen bir nüfusu” olduğunu belirtmektedir. Buna rağmen, Taíno’ları nihai olarak sömürgeleştiren ve yağmalayan İspanyollarca ilkel olarak nitelendirilmişlerdi.  Taíno’lar, Mayalar’ın anıtsal mimarisine ya da Aztekler’in matematik bilgisine sahip değillerdi. Ve en önemlisi; medeniyetin alameti farikası sayılan ve Avrupa ile Asya’da çok daha yaygın olan karmaşık, geniş kapsamlı, hiyerarşik bir sosyal yapı şeklinde örgütlenmemişlerdi.

Dünya halklarının farklı kaderleri, bu konuda kafa yoran yazarları uzun süredir şaşırtmaktadır. Modern dünyanın arifesinde neden bazı toplumlar teknolojik ve siyasal olarak karmaşıktır?  Yüzyıllar boyunca, Adam Smith’ten Karl Marx’a önemli düşünürler, tarımsal bolluğun ileri medeniyetlerin yükselmesini sağladığına inanmıştır. Örneğin, Antik Mezopotamya’da Asurlular ve Babilliler, verimli tarlalar sayesinde zenginleşmiş ve kendilerini din ile imparatorluğa adamış bir üst sınıfı besleyebilmiştir.

1997 yılının en çok satan kitaplarından Tüfek, Mikrop ve Çelik’in yazarı Jared Diamond’a göre besin maddeleri ile kolayca ehlileştirilebilecek bitkiler ve hayvanların varlığı, bazı toplumlara avantaj sağlamıştır. Bunlar Orta Doğu’da arpa ve buğday, Asya’da darı ve pirinçti. Diamond, PBS’de yaptığı programında da “Dünya genelinde, en verimli ekinlere sahip topluluklar en üretken çiftçiler olmuştur” diyecekti. Daha fazla üretkenlik daha ileri medeniyetleri ortaya çıkaraktı.

Ancak manyok, beyaz patates, tatlı patates ve taro gibi, daha az ileri halkların temel besin maddeleri zorunlu olarak daha az verimli değildi. Tam aksine, manyok ve patates daha az toprak ve su ihtiyacıyla yıldız besinlerdi. Bu bitkiler halen milyarlarca insanı beslemektedir.

Bugünlerde, kışkırtıcı bir çalışma, toplumların kaderinin bu bitkilerle hemen ilk bakışta göze çarpmayan bir probleme bağlı olduğunu iddia etmektedir. Eğer bu iddia doğruysa, nesillerdir ders kitaplarında yer alan medeniyetin tarım ile doğduğuna dair popüler teori yeniden sorgulanabilir.

Geçtiğimiz yıl, Birleşik Krallık ve İsrail’de iktisatçılar tarafından yayınlanan, arkeolojik ve antropolojik delilleri özgün biçimde ele alan bu çalışma, tarımsal pratiklerdeki ilginç bir örüntüyü açıklama gayesindedir. En ileri medeniyetlerin hepsi buğday, arpa ve mısır gibi tahıl tarımı yaparken daha az iler toplumlar patates, taro ve manyok gibi köklere bağlı kalma eğilimindedirler.

Çalışmayı yapan ekonomistlere göre buradaki mesele tahılların kök bitkilerinden daha kolay yetiştirilmesi veya daha fazla besin sağlaması değildir. Bunun yerine yazarlar, yumru kök bitkisi tarımı yapanların geride kaldığını; tahılın, bu tarımı yapan toplumların siyasetini dönüştürdüğünü iddia etmektedir.

Buna patatesin laneti diyin.

Ekinler dünyayı nasıl değiştirdi

Argüman, tahıllar ve yumru köklerin yetiştirilme farkına dayanmaktadır. Buğday gibi tahılların yılda bir veya iki sefer hasadı yapılmakta; bunlar küçük ve kuru ürün vermektedir. Uzun süre stoklanabilir ve kolayca taşınabilir – veya çalınabilir.

Aksine, kök bitkileri, rahatça stoklanamaz. Ağırdırlar, suyla dolulardır ve topraktan çıkarılınca çabucak çürürler. Örneğin yuka, antik zamanlarda yıl boyunca yetiştirilirdi ve insanlar onu yemeden hemen önce topraktan sökerlerdi. Bu da hırsızlığa karşı antik zamanlarda bir parça koruma yaratıyordu. Haydutlar için, hasadın daha büyük kısmı topraktayken bunu alıp götürmek, bir tahıl ambarında stoklanmış ürünü çalmaktan daha zordu.

Tahılların ortaya çıkarttığı güvenlik riskinin gizli bir faydası olabilir. Ekonomistler, buğday ve arpa gibi tahılları ekip biçen toplumların hasadı korumak için daha fazla baskı yaşadıkları ve bu durumun, savaşçı sınıfın oluşumu ile karmaşık hiyerarşi ve vergilendirme şemalarının gelişimine katkı sağladığını düşünmektedir.

Yazarlara göre “tahılların kısa bir sürede hasat edilmesi ve bir sonraki hasada kadar stoklanması gerekliği için, bir vergi memuru gelip stoklanan ürünün bir kısmına el koyabilirdi” Örneğin Eski Çin’de, meşhur bürokratik yönetim mevsimlik tahıl hasadı vergilerine bağımlıydı.

Ekonomistler, antropolojik veri setlerini kullanarak, 1500’lerden önceki toplumların siyasal gelişmişliğine dair bilgiler toplamıştır. Hangi bölgelerin kabileler, şeflikler veya büyük, karmaşık devletler tarafından yönetildiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra, hangi toplumun ana besin maddesinin ne olduğu da bilinmektedir.

Örneğin, Antik Afrika, Asya ve Avrupa’da toplumlar, arpa, darı, buğday ve pirinç gibi farklı tahılları ekip biçiyorlardı. Ayrıca, bir yumru kök bitkisine sahiplerdi: yerelması. Antik Amerika’da ise toplumlar tahıl olarak yalnızca mısıra sahip ve üç farklı yumru kök yetiştiriyorlardı: Beyaz patates, tatlı patates ve manyok.

Bu haritalar besin maddesi seçimi ile siyasal karmaşıklık arasındaki açık neden sonuç ilişkisini göstermektedir. Tahıl yetiştiren toplumlar, pirinç ve buğday yetiştiren antik Hindistan gibi imparatorluklara varacak kadar hiyerarşik siyasal sistemlere sahiptir. Yumru kök tarımı ise daha ziyade küçük, yerel siyasal birimlerle ilişkilendirilebilir.

Pek çok coğrafyada, tahıllar, ekilen dönüm olarak karşılaştırılırsa, yumru köklerin beslediği kadar insanı beslemez. Özellikle patates inanılmaz derecede besleyici bir bitkidir. Tahıl veya yumru kök yetiştiriciliği, bunların olduğu yerlerde, yerel üretim şartlarına bağlıdır. Toplumlar daha fazla kalori sağlayacak besin ürünlerini yetiştirmeye eğilimlidir; bu da bazı yerlerde patates, başka yerlerde buğday olarak ortaya çıkar.

Çalışmayı yapan iktisatçılar tarım verilerini incelediklerinde, en verimli bölgelerin zorunlu olarak en karmaşık toplumlara yol açmadığını keşfetmişlerdir. Belirleyici olan etken bir toplumun üretebildiği gıda miktarı değil, hangi besin maddesini ana gıda olarak tercih ettikleridir: Tahıl veya yumru kök.

Warwick Üniversitesi’nden Lougi Pascali, Hebrew Üniversitesi’nden Joram Mayshar ve Tel-Aviv Üniversitesi’nden Zvika Neeman ile birlikte bu çalışmayı kaleme alan, yine Warwick Üniversitesi’nden Omer Moav, “sonuçlar tek kelimeyle muhteşemdi… Mesele toprağın verimi değil, üretilen tahılların yumru köklerle karşılaştırıldığındaki verimiymiş” demektedir.

Peki, teori akla yatkın mı?

Bir an için bununne anlama geldiğini düşünün. Olaylara, Jared Diamond’un gözünden bakılacak olursa, belli bölgeler besin maddesi yetiştirmek için daha etkisizdi. Düşük verim düşük tarımsal üretime, o da daha az karmaşık toplumsal yapılara bizi götürüyordu. Ekonomistlerin verilerine göre ise toprağın verimi önemli değildi. Buradaki lanet üretilen besin maddesinin türüydü.

Elbette teori tamamen kanıtlanmış değil. Yumru kök yetiştiren toplumların çoğunun tropik bölgede, yani endemik hastalıkların karmaşık medeniyetlerin oluşumunu yavaşlattığı bir coğrafyada oluşu bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Antropologlar ayrıca, bildiğimiz kadarıyla yumru köklerin tahıllardan binlerce yıl sonra ehlileştirildiğini, böylece tahıl yetiştiren toplumların avantajlı olduğunu belirtmektedir. Ayrıca İnkalara bakıldığında hem tahıl, hem patates yetiştiren bir imparatorluk göze çarpmaktadır. İnkalar, patatesleri yüksek irtifaya çıkartıp dondurarak kurutacak bir yöntem geliştirmiş ve bu teknoloji onlara patateslerin tahıllar gibi bozulmayan, taşınabilir ve vergilendirilebilir halini sağlamıştı.

Buna rağmen, bütün resme bakıldığında, tahıllar ve medeniyet arasındaki bağlantı üst düzey iktisatçıların ilgisini çekmişti.

Northwestern’da ekonomi profesörü olan ve bu makaleyi iktisat tarihi derslerinde okutan Joel Mokyr’a göre “[b]u yaklaşım çok eski bir soruya son derece özgün bir yaklaşım sunuyor: Niçin bazı yerlerde hiyerarşinin, yani köylüler, rahipler, soylular vs. oluştuğunu görüyoruz? … Yazarlar temel olarak doğru olduğunu düşündüğüm bir ekonomik analiz kullanarak, siyasal kurumların gelişimi noktasında nasıl bir besin maddesi yetiştirildiğinin önemli olduğuna işaret ediyorlar.”

Yale’da ekonomi doçenti olan Nancy Qian, bu çalışmadaki fikirlerin “uzun zamandır duyduğu en yaratıcı ve heyecan verici fikirler” olduğunu belirtmektedir. Qian, fiziğin bugün dahi çok ağır ve nakliyesi pahalı olduğu için büyük bir çoğunlukla yerel olarak tüketilen patatesin ekonomisini belirlediğini ifade etmektedir zira “patatesin yüzde 80’i sudan oluşmaktadır. Bu bakımdan patates son derece yerel bir gıda maddesidir.

Patatesin gücü hakkındaki şüpheler

Bazı antropolog ve arkeologlar yukarıdaki argümana karşı hem olumlu, hem olumsuz fikirler beyan etmiştir. Bunlardan birisi insan faktörünü yeterince dikkate almaması yönündedir. Bazı medeniyetlerin gelişmesi, bazılarının ise durağan görünümde olması tamamen bitkilerle açıklanabilir mi?

İkisi de argeolog olan Kent Flannery ve Joyce Marcus “Eşitsizliğin Yaratılışı” (The Creation of Inequality) başlıklı kitaplarında hiyerarşi ve eşitsizliğin bitkilerin evcilleştirilmesinden öncesine dayandığına ilişkin kanıtlar sunmaktadır. Pek çok toplayıcı toplum, tarım yapmamasına rağmen karmaşık sınıf yapıları geliştirmiştir.

Michigal-Ann Arbor Üniversitesinde profesör olan Marcus, yazdığı e-postada konuyla ilgili olarak “[a]rkeologlar son 50 yıldır, eşitsizliğin kökenlerini ve devletin yükselişini araştırıyorlar ancak tahıl tarımının bu eşitsizliğin arkasındaki sebep olarak gösterilmesi fikrini kabul edecek hiçbir arkeolog tanımıyorum. … (karmaşık toplumların bir göstergesi olarak) eşitsizlik, tarımsal değil, sosyal ve siyasal süreçlerin sonucunda ortaya çıkar.”

Antropologlar ise, artan biçimde, uygarlığın yükselişini anlamak için siyasal ve dini kurumları incelemek gerektiğini savunmaktadır. Pek çok antropolog, toplumların tarıma ihtiyaçtan dolayı değil, kültürel sebeplerle, örneğin bir kralı mutlu etmek veya dini gereklilikleri yerine getirmek için, başladıklarını düşünmektedir. Tarımın kökenleri üzerine çalışan Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden antropoloji profesörü T. Douglas Price’a göre tarımsal üretime, politik gelişmenin erken evresinde olan toplumlar tarafından bilinçli bir tercih sonucu geçilmiştir.

Yazara göre, sorun yukarıda çözümlendiğinden daha karmaşıktır.

Tarihçiler bir dönem aşırı nüfuslanma sebebiyle insanların tarıma geçmek zorunda kaldığına inansa da, insanların avcı-toplayıcı hayat tarzı ile ihtiyaçlarını karşılayabildikleri kanıtlanmıştır. Bununla beraber, tarımın yeterli derecede yabani yiyecek olan yerlerde istikrarlı nüfusa sahip topluluklar tarafından başlatıldığı sanılmaktadır. Tarıma geçişte yiyecek ihtiyacının haricinde başka bir motivasyon olmalıdır. Kemik ölçümleri, erken çiftçilerin avcı-toplayıcı çağdaşlarına göre daha kısa ve hastalıklı olduğunu göstermektedir; yani erken çiftçilik toplayıcılıktan çok daha sefil bir haldedir. Peki insanlar bunu neden yaptı?

Price, 1995 yılında yazdığı bir kitap bölümünde “tarımsal üretime geçişe dair bu tür soruların cevabının daha ziyade yerel sosyal ilişkilerde olduğunu” belirtmektedir.

Yine de, patatese çok da haksızlık etmeyin

Bu konuda herkesin kısmen haklı olması mümkün. Toplumlar doğal olarak karmaşıklığa yatkın olabilir ancak buğday gibi kolayca çalınabilen gıda maddelerinin varlığı, dünyanın bazı bölgelerinde bu süreci hızlandırmış olabilir.

California Üniversitesi’nden antropoloji profesörü Robert Bettinger, antik avcı-toplayıcılar üzerine olan çalışmalarından yola çıkan iktisatçıların bu teorisine sıcak bakmaktadır.

Bettinger antik bir gizemi araştırmaktadır: Niçin tarihöncesi Kaliforniya’da insanlar somon balığı yerine meşe palamudu ile beslenmektedir? Balık bol ve kolayca tutulabiliyordu, aynı zamanda eti kurutmak ve saklamaya ilişkin teknoloji de bilinmekteydi. Ancak bir sebeple, toplumlar, çok daha zaman alıcı ve daha az besleyici olmasına rağmen, uzun bir süre meşe palamudu toplamaya odaklanmıştı.

Bettinger’e göre erken toplumlar somon balığından “önceden-zahmetli” bir gıda maddesi olduğu için kaçınmıştır. Somon balığı avlamak ve sonradan kurutulmuş et haline getirmek için önceden yapılması gereken pek çok iş varken kurutulmuş balığın çalınması (veya komşudan balığını çalmak) çok kolaydır. Buna karşın palamutlar “sonradan-zahmetli”dir, yani zulalanmış meşe palamutlarını bir öğüne çevirmek için çok emek gerekmektedir ve bu sebeple çalmaya değer bir ürün değildir.

Bettinger ile Beth Tushingam’ın ortak çalışmasında belirtildiği üzere, Kaliforniya’daki kabileler, daha az göçebe hale geldikçe somon balığı avcılığına yönelmişlerdir. Böylece tek bir yerde kalarak balık stoklarını daha iyi savunabileceklerdir.

“Bu da bizi başkasının emeğini sömürme yeteneğine götürmektedir. Bazı kaynaklar için daha çok emek gerekmektedir”, diyor Bettinger.

Bir bakımdan, tarım “önceden-zahmetli” kaynakların en uç noktasındadır. Toprağı sürmek, ekmek ve hasat için çok ciddi emek sarf etmek gerekmektedir. Tarımın mülkiyet hakkı olan (yani komşunun malıyla geçinmeyi önleyen) ve dışarıdaki tehditlere karşı koruma sağlayabilecek sistemlerde yaygınlaşabileceğini düşünmek mantıklı hale gelmektedir.

Bu perspektiften bakıldığında, farklı türden besin maddelerinin toplumlara farklı türden baskılar yarattığı düşünülebilir, yani tahılların, daha kolay çalınabildiği için medeniyetin gelişimini hızlandırırken yumru köklerin geri bıraktığı gibi.

Eğer bu teoride doğruluk payı var ise, çok ciddi bir ironiyle karşı karşıyayız demektir. Patates antik zamanlarda bir lanetken modern zamanlarda bir nimet haline gelmiştir.

Ekonomistler Yale’dan Qian ile Harvard’dan Nathan Nunn’un meşhur bir çalışmasında, patatesin Amerika’dan getirildikten sonra Avrupa’daki tarımda devrimsel bir etkide bulunduğu iddia edilmektedir. Böylece, özellikle tahıl tarımı için uygun olmayan coğrafyalarda insanların yetiştirebileceği besin miktarı ciddi biçimde artmıştır. 1700 ile 1900 yılları arasında dünya nüfusu neredeyse üçe katlanırken, Qian ve Nunn bu gelişmede patatesin önemine vurgu yapmaktadır.

Qian ve Nunn’un en çekingen tahminleri, “1700-1900 yılları arasında patatesin Eski Dünya’daki nüfus artışı ile kentleşmenin yaklaşık yüzde 25’ini sağladığı” yönündedir.

Patates bugün dünyadaki en önemli besin maddelerinden birisidir. USDA (Amerika Birleşik Devletleri Tarım Bakanlığı) bir Amerikalının bir yılda ortalama 56 kilogram patates tükettiğini tahmin etmektedir. .

Dünyanın en büyük patates üreticisi olan Çin, nüfusun daha fazla yumru kök yemesini ve pirinç ile buğdaya daha az bağımlı olmasını sağlamaya çalışmaktadır. China Daily’nin haberine göre, geçtiğimiz sene ülkenin ulusal planlama dairesi direktörü “[P]atates yakında Çin halkının, pirinç, buğday ve mısırdan sonraki yeni ana gıda maddesi olacak” açıklamasını yapmıştır. Bloomberg’in vurguladığı üzere, yetiştirilmesi için daha az toprak ve su ihtiyacı olan patates, Çin gibi devasa bir nüfusa sahip ve zorlayıcı çevresel kaygılar taşıyan ülkeler için çekici bir besin kaynağıdır.

Meşum bir geçmişi olsa da, tereyağının mükemmel eşi ve ketçabın yoldaşı olan patates, kendisini sevimli sarışın nişastalı hali ile kanıtlamıştır.

Hepsini geçelim, uygarlık patates kızartması olmasaydı bugün nerede olurdu?

* * *

Orjinal metin için bkz: https://www.washingtonpost.com/news/wonk/wp/2016/04/25/the-secret-ancien…

Metin içi ilüstrasyonu hazırlayan Ilgın Uçar‘a teşekkür ederiz.