Hikâye basit, ama etkileyicidir: Anlatıcı, Wall Street’deki hukuk bürosuna işlerinin yoğunluğu nedeniyle yeni bir kâtip almak istemektedir. Verdiği ilâna kısa süre içinde yanıt alır ve işte: Kahramanımız ertesi gün kapıdadır. Kâtip Bartleby.
Bartleby’nin işi de basittir. Tek yapması gereken önüne konan belgeleri el yazısıyla kopyalamaktır. Başta her şey yolundadır. Gerçi Bartleby biraz tuhaf bir adamdır, pek konuşkan değildir, hatta biraz yabani gözükmektedir, ama en nihayetinde işini yapıyordur, hem de diğer mesai arkadaşlarının aksine hiç gıkını çıkarmadan. İdeal bir beyaz yakalı… Ne var ki birkaç gün sonra anlatıcı (patron) kopyalanan yazıları asıllarıyla karşılaştırmak için kendisinden yardım istediğinde hiç beklemediği bir yanıt alır. Modern edebiyatın en meşhur repliklerinden biri: “Yapmamayı tercih ederim.” Bartleby kendisinden istenen her şeye aynı cansız, soğuk sesle yanıt verir: “Yapmamayı tercih ederim.” Belgeleri asıllarıyla karşılaştırmayı, postaneye gitmeyi, hatta artık patronun sabrı taşınca kovulmayı, ofisten ayrılmayı bile reddetmektedir. Tek yaptığı bazen masasında oturarak bazen de pencerenin önünde dikilip karşı binanın duvarına bakarak “yapmamayı tercih etmek”tir. Bu yarı gerçek üstü hali, hüznü ve karamsarlığıyla Bartleby edebiyat tarihinin en sıra dışı karakterlerinden biri olmuş, birçok yazarla birlikte Kafka’yı da etkileyerek Gregor Samsa’ya örnek olmuştur.
Her edebiyat eserinin okura vermek istediği bir mesajı mutlaka vardır. Ama hepsinin sembolik bir anlamı, bir alt metni, vs. olmayabilir. Kimi eserler bu mesajı doğrudan, anlattığı hikâyenin kendisiyle, karakterlerin ağzından verirler. Ama bazıları daha derinlikli bir okumayla, incelikli bir düşünmeyle ortaya çıkacak mesajlar barındırırlar. Herman Melville’in ilk kez 1853 yılında Putnam’s Magazine’de yayımlanan öyküsü Kâtip Bartleby’nin bu ikinci türden bir eser olduğunu kabul edersek hemen sorabiliriz: Melville Kâtip Bartleby’nin hikâyesini anlatmakla aslında neyi anlatmaktadır, Bartleby kimdir? Denebilir ki Bartleby bu aşırı düzenli yaşamın, bir an bile sekteye uğraması göze alınamayan sistemin bir protestocusu, erken bir pasif direniş ustasıdır. Gerçi hikâyenin mutsuz sonu düşünüldüğünde bu işte ne kadar usta olduğu, dahası herhangi bir kişinin bu işte ne kadar ustalaşabileceği, pasif bir direnişin ne ölçüde başarılı olabileceği tartışmalı hale gelir: Bartleby düzenin koruyucuları tarafından hapse atılır, ama burası da düzenin içinde düzensizler için oluşturulmuş başka bir düzendir. Bartleby, öyle görünüyor ki, kendisine sunulan bütün yaşam alanlarını protesto etmektedir; açlıktan, belki de mutsuzluktan yattığı betonun üzerinde ölüverir, öldüğünde dizlerini karnına çekmiş, anne karnında bir cenine benzemektedir; insanın bu düzenden ancak olmayarak, hep bebek ya da hep anne karnında kalarak kurtulabileceğini anlatmak ister gibidir.
Hikâyeyi okuyunca kendimize ilkin şunu sorarız: Bartleby, madem çalışmayı reddedecektir, o zaman neden bu işe başvurmuştur, sessiz sakin hayatlarıyla yuvarlanıp giden bu insanların arasında ne işi vardır? Hikâyenin sonunda anlatıcının eline geçen eski bir rapordan öğrendiğimiz kadarıyla Bartleby bundan önce uzun süre “Sahipsiz Mektuplar Bürosu”nda çalışmıştır, sahiplerine ulaşılamayan mektuplar burada toplanmakta, gözden geçirildikten sonra da yakılmaktadır. Bartleby’nin bu mutsuz halinde böyle can sıkıcı bir işte çalışmasının payı olduğu düşünülebilir. Kim bilir bu mektuplarda neler okumuş, okudukları onu hayattan nasıl da uzaklaştırmıştır. Yaşamını devam ettirmek için herhangi bir motivasyonu kalmamış gibidir. Zaten onun bu ruh hali birçok akademik makalede de klinik depresyonun bir örneği olarak incelenmiştir. Ama kendimize ilk önce Bartleby’nin bu yeni iş yerinde ne işi var diye sormamız asıl şu yüzden ilginç değil midir? Bu soruyu sormak kendimizin de bu düzen fikrini ne denli içselleştirip doğallaştırdığımızı göstermiyor mu? Bu düzene uyum sağlamak istemeyenin bu düzenin içinde, diğer insanlar gibi yaşamayacak olanın toplum içinde ne işi vardır ki? Başka türlüsü aklımıza gelmez, düşünülemez bile.
Bartleby’nin patronu da böyle düşünmektedir tabii. “Hareketli ve heyecanlı, hatta zaman zaman çalkantılı olduğu söylenen bir meslekten olsa da huzurunu bozacak türden şeyler başına hiç gelmemiş”, “kuytu ve sakin köşesine çekilip zenginlerin hisse senetleri, ipotekleri ve tapu senetlerinin arasında rahat rahat çalışıyordur.” Aşırı belirlenmiş bir düzen içinde yaşamaktadır. Öyle ki yanında çalışan diğer memurların halinden de bellidir bu. Adamların günün hangi saati çalışkan hangi saati tembel oldukları, ne zaman öfkelenip ne zaman sakinleştikleri bile bellidir. Biri, örneğin, sabah saatlerinde aksi ve öfkeliyken, diğeri aynı zaman diliminde oldukça munistir. İstisnasız her öğleden sonra da durum tersine döner. Oysa Bartleby onlar gibi değildir, öyle olmaya niyeti de yoktur. Belirsizdir, muğlaktır, kestirilemezdir. Düzen içinde yer almaması gerektiğini de patronuna, mesai arkadaşlarına düşündüren, onu korkulacak bir şeye dönüştüren de bu belirsizliğidir.
Ne var ki Bartleby yalnızca kendisine ofis içinde verilen angarya işleri yapmamayı tercih etmekle yetinmemektedir. Gündelik hayatın, alışılmış toplumsal düzenin herhangi bir yerinde olmayı da reddetmektedir. Örneğin gazete, kitap okumuyordur. Demek sıradan bir Wall Street entelektüeli olmayı da istemiyordur. Okumamak pek övünülecek, önerilecek bir şey değil elbette; ama bir düşünelim, günümüzün, sistem eleştirileriyle, popüler kültür taşlamalarıyla dolu, bıçkın dili ve üslubuyla alternatif bir azınlığa hitap ettiği düşünülen, ama öte yandan, özellikle öfkeli genç kuşaktan oluşan okurlarının sayısı da her geçen gün artan şu meşhur dergilerin yarattığı kof farkındalık yeni popüler kültür mecraları ve yeni patronlar yaratmaktan başka, gerçekte kimin, ne işine yarıyor? Belki de Bartleby bu sahte entelektüelliğin işe yaramazlığının farkına çok önceden varmıştı. Öte yandan patronu Bartleby’nin çekmecesinde bir mendilin içinde sakladığı paraları bulunca karnını doyuracak kadarından fazla para harcamadığı da anlaşılır. Bu haliyle de Bartleby bir Budist rahibi ya da bir dervişi andırmaktadır.
“Ama Bartleby’nin yalnızlığı imgeleminde gitgide büyüdükçe patronun üzüntüsü korkuya, acıma hissi de tiksintiye dönüşür.” Patronu Bartleby’i diğerlerinden ayıranın, onu bu düzene dahil olmamaya götüren şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamaz. Böylece başta kurduğu empati yerini korkuya bırakır, iki uçlu bir korkudur bu: Bilinmeyenin, anlaşılamayanın yarattığı korku ve güvensizlik hissi, düzenin bozulması korkusunu da beraberinde getirir. Nitekim patronun korktuğu başına gelir, hikâye ilerledikçe Bartleby yerinde durmaya, “yapmamayı tercih etmeye” devam eder. Bartleby artık yalnızca diğer ek işleri değil kendi işini de yapmamayı tercih etmekte, ama aynı zamanda ofisten ayrılmayı yani işten kovulmayı da reddetmektedir. Ve her edebiyat eserinin ihtiyaç duyduğu kurgusal gerilimi yaratmak bu sefer kahramanımıza değil, patrona düşer. Sahne değişir: Bartleby ve onun uyumsuzluğuyla baş edemeyeceğini anlayan anlatıcı-patron Bartleby’i olduğu yerde bırakır, şehrin başka bir yerinde başka bir ofise taşınır, burada yeni bir düzen kurmaya girişir: Ne de olsa düzen hep var olmalıdır. Yine de oldukça naif bir tutum, değil mi? Oysa bizim düzenimizde yer değiştirenler hep uyumsuzların, düzensizlerin kendileri olur. Düzeni koruyanlar, egemenler onları sürgüne yollar, göçe zorlar, şehrin dışında bir sanatoryuma, dışarıda deli dalgaların duvarları yaladığı bir hapishaneye kapatır, bu da yetmezse düzenle düzensiz arasındaki mesafe iyice arttırılır, uyumsuz bu dünyadan öbür dünyaya yollanır. Okulda bile, yaramaz öğrenci ya arka sıralara oturtulur ya da dışarı atılır; arkadaşlarından biraz daha tembelse sınıfı değiştirilir. Düzenle başı dertte olan, düzene ayak uydurmayan, ama şuradan şuraya gitmemekte de direnen talihsizler yalnız bu insanlar mıdır? Kediler köpekler toplanıp boş arsalara atılır, yaşam alanları ormanlar yazlık siteye dönüşünce şehre inen domuzlar halkta korku ve paniğe neden olur, ayılar çifteyle vurulur, bin yıllık zeytin ağaçları kökünden koparılır, başka yere taşınır, hem de devlet töreniyle. Her hâlükârda düzeni reddedenin diğer düzenlilerle bir arada olmaya hakkı yoktur, kendini bir anda yaka paça yuvanın dışına sürüklenen bir karıncaya dönüşmüş halde bulur.
İşte, hikâyenin sonundaki “Ah Bartleby, ah insanlık” serzenişi de bize şunu düşündürebilir: Bu düzenin, bu insanların içinde olmamayı tercih eden Bartleby’nin ölümünden yalnız bu düzen ve düzenin koruyucuları değil, onun dışında kalan diğer bütün normal insanlar yani bütün bir insanlık da sorumludur. Bu bakımdan “Ah insanlık” ifadesinde “Ah insanlar, Bartleby’e ne yaptınız, onu ne hale getirdiniz, gördünüz mü?” siteminin izleri vardır.
Not
Alıntılar için şu kaynak kullanılmıştır:
Herman Melville, Kâtip Bartleby-Bir Wall Street Hikâyesi, çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2015