Slavoj Žižek göçmen krizi tartışmasına yaptığım önceki eleştirimi dün (16 Kasım) yanıtladı. Yazısında birkaç garip an var – “Daily Currant tarafından uydurulmuş zekice bir şaka”ya [*] atıf yapıldığını ilk defa okuyorum – fakat makalede bilindik liberal tahammül tartışması öne çıkıyor. Çokkültürcülüğün meziyetlerine dair solcu dogmalara cesurca meydan okuyarak kendine isim yapan Žižek’in eleştirisi öyle afacan ve perişan ki, birçok kişinin dikkat çektiği gibi, neredeyse aleni sağ-kanat doğalcılıktan (nativism) ayırt edilemez halde. Ben burada bunu tekrarlamayacağım – aslında Žižek’le hemfikirim: liberal çokkültürcülük mantığında çok haksızca bir şey var, ama Žižek buna ciddi bir eleştiri getirmek yerine en kötü yanlarını yeniden üretiyor. Bayıldığı bir tabiri ödünç alırsam, Žižek’in eleştirisi nesne aldığı şeyin öbür yüzünden ibarettir. Çokkültürcülük derinden antihümanist bir söylemdir: temel birimi ayrık ve bireysel özne değil, ayrık ve bireysel kültürdür. Antihümanizmin savunulabilecek yanları olsa bile – Marksistlerin ve Freudcuların bildiği gibi, bireysel özne Demokritçi bir kökensel atom değil, inşa edilmiş bir şeydir – temel birim olarak sınıf yerine kültürü (yahut ırk, cinsellik veya diğer boyunduruk eksenlerinden herhangi birisini bile) alan her söylem karanlık faşizan araziye sapar. Sınıf analizi, sınıfı büsbütün ortadan kaldırma gayesiyle yürütülür, insanı/hümanı geri getirmeyi amaçlayan bir antihümanizmadır; çokkültürcülük kültürü ezeli bir mutlak diye reifiye ederek hipostazlaştırır. Çokkültürcülük Müslüman olagelmiş birisini görmez, bedenlenmiş İslamı görür ve bütün (farzedilen) farklılıklara saygı göstermeye çağırabilse de, muhatap aldığı esas kişiye gösterdiği yaklaşım salt kültürel farklılığın imleyeniyle olur. Bu senkronik kültürel bloklar dahilindeki her içsel farklılık silinir; kültür veya yaşam tarzlarının, gerçek davranışların çokluğundan çıkıp biçimlenmiş soyutlamalar olduğu, mistik bir fikircilik lehine inkar edilir. Bu tür bir yaklaşıma yakışan terim ırkçılıktır. Bizzat Žižek’in sık sık savunduğu gibi ırkçıdaki birincil patoloji, Yahudiyi veya Müslümanı veya Romanı bir kişi olarak görmeyi reddederek onları Yahudi-liğin, Müslüman-lığın, Roman-lığın salt bir bedenlenişi saymasıdır. Peki, “Müslümanlar, özgürlüklerimizin bir parçası olarak gördüğümüz din düşmanı görüntülere ve arsız mizaha katlanmayı imkânsız buluyor” beyanından ne çıkaracağız? Ya “[göçmenlerin] Avrupa değerleri, yaşam tarzı ve gelenekleri, çokkültürlülük veya hoşgörü hakkında hiçbir fikirleri yok” diye yazan Yevgeny Grishkovetz’i onaylayarak alıntılamasından ne çıkaracağız? Ya göçmenlerin “yaşam tarzlarının Batılı refah devletinin ideolojik temelleri ile uyumsuz” olduğunu söylemesinden ne çıkaracağız? Öznelliğin asli unsurları olarak ulusal veya kültürel yaşam tarzlarına başvurulması genelde faşistlerin yaptığı bir şey değil midir?
Malzemenin çoğu öz itibariyle London Review of Books’taki önceki denemesinin yinelenmesiydi ve bence kendi kıymeti üstünde ayakta durabilir (veya yere düşebilir). Ama benim konumuma dönük eleştirisi ideolojik kuşku uyandırmakla kalmıyor; cehalete kaçıyor.
Žižek LRB’deki ilk savına verdiğim yanıtı tartışırken parantez içine yazdığım tek bir beyanın üstüne çökmüş: göçmenlerin Norveç’teki iyi hayata dair rüyası imkansız bile olsa aşkın [transcendent] bir arzu nesnesi işlevi görür, ki bir Lacancı için bu nesnenin gerçekdışılığında ısrar edip gerçekçi olmaya çağırmak ne garip bir davranıştır. Žižek bunun “komedi ve teorik saçmalıktan ibaret” olduğunu yazıyor. Eleştirisi iki yoldan okunabilir. Ya beni kuramdan saçmalık çıkarmakla, Lacancı kavramları yanlış uygulayıp tahrif etmekle suçluyor — ya da akademik müphemciliğe düşmekle, göçmenler Avrupalı yaşam tarzımızı yok etmek üzere hücum ederlerken müphem psikanalitik kuramlar üstüne tatava yapmakla suçluyor. Tuhaftır ki bu ikinci okuma daha isabetli gibi duruyor.
Göçmenlerin Avrupa’daki daha iyi yaşama dair idealleri Žižek’in yazdığına göre objet petit a değildir – “bir [düşlemdir].” [fantasy] Devam ediyor: “Norveç’e ulaşmak isteyen mülteciler örnek bir ideolojik [düşlem] vakası teşkil ediyor – içsel antagonizmaları örten bir [düşlem oluşumu]. Mültecilerin birçoğu kek almak ve yemek istiyorlar: Temelde Batılı refah devletinin en iyisini beklerken beri yandan da kendi belirli yaşam tarzlarını korumayı umuyorlar. Yaşam tarzlarının kimi kilit özellikleri Batılı refah devletinin ideolojik temelleri ile uyumsuz olsa bile.” “Düşlem” kelimesi burada ne anlamda konuşlandırılmıştır? Genel kuramdışı kullanımında bu kelime hayal edilen ama hayata geçirilemeyecek bir senaryoya atıf yapar: aldanan birisi bir düşlem dünyasında yaşıyordur, kendine gelmeli ve gerçekliğe geri dönmelidir. Bu anlamdaki düşlemden [fantasy] “içsel antagonizmaları örten” bir şey diye bahsetmek kuşkusuz anlamlıdır. Psikanalizde ise bu terminolojik bir çelişki olurdu: düşlem gerçekliği yapılandıran şeydir, bir belirti [symptom] dahi olsa, belirti her zaman yorumlanacak bir bulgudur, bir şeyleri örten bir bulut değil.
İçkinliğin hatırına diyelim ki Žižek haklı olsun ve Norveç’teki iyi yaşam objet petit a değil de bir düşlem olsun. (Bu terimlerin karşıtlık içinde durduğu hiç sanılmasın– düşlem mathemi, $ a, menedilmiş öznenin bu nesneyle ilişkisini temsil etmekle kalır.) Freud’da düşlem cinsel hayata ve hayatın kendisine entegraldir. “Hayat, bulduğumuz haliyle, bizi çok zorlar […] onu taşıyacaksak oyalayıcı tedbirlerden vazgeçemeyiz.” Freud’a göre düşlemler “gerçeklikle tezat yanılsamalar” olsalar da “psişik anlamda etkili” olmayı sürdürürler. Onları doğrudan sanat ve bilimsel faaliyet ile kıyaslar, bu ikisi “yön değiştirme” olsalar da hakikate erişim sağlarlar. Lacan’la birlikte özne ve onun mental hayatının teşkil edilmesinde düşlemin rolü vurgulanır: bizzat Žižek’in başka bir yerde yazdığı gibi, “rüya ile gerçeklik arasındaki karşıtlıkta düşlem gerçeklik tarafında durur.” Lacan’ın en ünlü deyimi il n’y a pas de rapport sexueldir; düşlem aşkın [love] inat etmeyi yine de becerdiği araçtır. Başkası her zaman noksandır, nazarı her zaman bir boşluktur, figürü her zaman belli bir ikircikliğin nesnesidir, asla size istediğiniz şeyi veremez. Düşlem başkasındaki bu özsel noksanlığı telafi eder; gereği yapılamamasına rağmen başkasına olan arzunun hayata geçmesini sağlayan şeydir. Écrits‘den: “Düşlem öznenin gözden kaybolan arzusu düzeyinde kendini sürdürdüğü araçtır.” Žižek’in Avrupa’daki göçmenlerden bahsederken sözünü ettiği düşlem bu değildir; aslında o Lacancılığının benimsediği politikayı bükmesine asla izin vermez, çünkü ikisi uzlaştırılabilir değildir. Lacancı terminolojiye göre Žižek’in “bizim” uygar Avrupalı yaşam tarzımızla göçmenlerin indirgenemez yabancılığı arasında asli bir ihtilaf olarak teşhis ettiği [identify] şey Simgesel düzendeki bir asimetri olarak adlandırılmalı. (Burada sırf Lacancılığı terk etmekle de kalmıyor — ya özdeşlikle özdeş-olmamanın Hegelci özdeşliğine [identity] ne oldu?) Bu asimetri varsa eğer, o halde düşlem tam olarak onun çözümlendirilebildiği araçtır. Birbirimize uyduracak imleyenlerden yoksunsak eğer, o halde düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar. Göçmenler Avrupa’da barış ve mutluluk içinde yaşayacaklarsa eğer, o halde talep edilecek şey onların daha iyi bir hayata dair düşlemlerinden feragat etmeleri değil, bu düşlemlere ne pahasına olursa olsun sıkı sıkıya tutunmalarıdır.
Son bir şey. Onlarca yıl Marksistler psikanalitik kuramı kullandı; bizzat Freud ve Lacan’ın Marksist olmadıkları bazen kolayca unutulabiliyor. Bir Weltanschauung Meselesi‘nde Freud, Schopenhauercı bir kötümser olarak, Marksist tarih kuramını “Marx’ın mezun olduğu müphem Hegelci felsefe okulunun bir çökeltisi” diye uzaklaştırır ve Sovyetler Birliği’nde “Marksist kuramın her türlü eleştirel incelemesi yasaklanmıştır, isabetinden kuşkulananlara verilen cezalar bir zamanlar Katolik kilisesinin sapkınlığa verdiği cezaların aynısıdır” der. Ama bir Komünist değilse de o bir mülteciydi. 1938’de Naziler Avusturya’yı işgal ettiğinde, Freud Londra’ya kaçtı, Avrupa’nın bütün Yahudileriyle birlikte onu da öldürecek olanlardan kaçtı. (Kızkardeşlerinden dördü toplama kamplarında öldü.) Eylül 1939’da savaşın ilan edilmesinden yirmi gün sonraki ölümüne dek orada kaldı. Zamanın İngiliz medyası bilindik duyarlarla doluydu: Avrupalı Yahudilerin dalga halinde İngiltereye gelmesinden korkulması, çizgi filmlerde sıçanlarla temsil edilmeleri, devrimci Komünizm gibi pis yabancı hastalıklar getirmeleri, bizim yaşam tarzımıza saygı göstermemeleri. Sigmund Freud Viyanalı “yaşam tarzını” İngiliz İmparatorluğunun yaşam tarzı lehine terk mi etmişti? İngiliz hükümetlerin bir dizi belirli “İngiliz değerleri” tanımlamaya dönük ardısıra denemelerinin akıbeti genelde dümdüz hiçlikler üretmek oldu, fakat ulusal karakterde kesinlikle merkezi tek bir özellik teşhis etmek [identify] gerekse, şu olurdu: ne olursa olsun kesinlikle hiçbir koşul altında cinsellik üstüne konuşulmaz. Freud psikanalitik pratiğine ölene dek devam etti; onun bu kültürel buyruğa saygı göstermeyi başaramadığını varsaymak durumundayız. Göstermesi de gerekmiyordu.
Benim kendi atalarım İngiltere’de Yahudi göçmenlerdi; Rusya’daki Yahudi yerleşiminde kalmış olsalardı, çocukları pekâlâ Auschwitz’de yakılmış olabilirdi ve benim bu kelimeleri yazacak bir ömrüm asla olmayabilirdi. Ama yine de şimdiki halimizden memnun değilim: bir Marksist ve bir komünist olarak, farklı ve daha iyi bir dünyaya bağlılık duyuyorum, henüz varolmayan bir dünyaya. Buna isterseniz Norveç deyin. Kurtuluşu terk etmişe benzeyen Žižek buna gülüp geçebilir. Ve kelimenin konvansiyonel anlamıyla bu bir düşlem olabilir. Ama yine de kesinlikle sürdürülmek zorundadır.
[*] Çevirenin notu: Slavoj Žižek makalesinden yapılan alıntılarda Dünyadan Çeviri‘deki çeviri esas alınmıştır.
Žižek’in üç bölüm halinde yayınladığımız makalesini şuradan okuyabilirsiniz; I, II, ve III. bölümler
Bu makalenin orijinali 17 Kasım tarihinde şu sitede yayınlanmıştır; https://samkriss.wordpress.com/2015/11/17/in-defence-of-fantasy-a-furthe…