Bundan tam iki yıl önce, 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde söz söylemeye ortak olabilmek amacıyla yayına başlama çabamızı hızlandırmış ve tam bugün yayına girmiştik. Bu iki yıl içinde, birçok söyleşi, yazı, çeviri, deneme ve incelemeyle Türkiye’deki Sosyal Bilimler alanına bir katkı yapmaya, disiplinlerarası etkileşime yeni bir heyecan getirmeye çalıştık. Bu süre içerisinde, çevrimiçi yayın alanımızın dışında, hakemli ViraVerita E-dergi’nin iki sayısını çıkarmayı başardık, üçüncüsü de yolda.
İki yıllık zaman diliminde yayınladığımız yazıları, söyleşileri, çevirileri vs. okuyan, paylaşan, eleştiren tüm takipçilerimize, emeğini ve zamanını vererek ücretsiz-reklamsız bir oluşumun hayata geçmesini sağlayan üyelerimize teşekkür ederiz.
İkinci yılımızda, 25 Kasım’a dair bir söz söylememizi olanaklı kılan aşağıdaki yazıyı, bizleri kırmayarak çok kısıtlı zamanda kaleme alan Handan Çağlayan’a özellikle teşekkür etmek isteriz. Ortadoğu’nun ve dünyanın bütün kadınlarının güzel günlere uyanması dileğiyle.
ViraVerita: Disiplinlerarası Karşılaşmalar
Yayın Kurulu
Sömürgecilik tarihi, sömürge toplumlardaki kadına yönelik şiddet pratiklerinin, sömürgeciliğin bir “uygarlaştırma” misyonu olarak meşrulaştırılması için kullanılmasının örnekleriyle doludur. Sömürgeci Britanya imparatorluğunun, sömürgesi Hindistan’da Sati[1] geleneğini yasaklaması gibi. Postkolonyal feminist entelektüel Gayatri C. Spivak’ın ifadesiyle “beyaz adamların kahverengi kadınları kahverengi adamlardan kurtarması”[2] şeklindeki bu olgu, klasik sömürgeciliğin sona ermesinden sonraki egemenlik ilişkilerinin tesisinde de işlevsel olmayı sürdürdü.
Kadına yönelik şiddet ya da cinsiyet ayrımcılığı bir yandan ABD’nin Afganistan’a müdahalesinde görüldüğü gibi emperyalist müdahaleler için araçsallaştırıldı, bir yandan da göçmenlerin, azınlık halkların ötekileştirilmesinde işe koşuldu; ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, tekçi ulus devlet pratiklerinin asimilasyoncu politikalarının gerekçesi haline getirildi. Anımsanacağı üzere, ABD’nin Afganistan’a müdahalesi esnasında, küresel kamuoyunun dikkati itinayla burkaya çekilmişti. Tıpkı daha öncesinde Fransız sömürgeciliğinin Cezayirli kadınların peçesini indirmeye çalışması gibi, meşruiyetini Afgan kadınların burkadan kurtarılması hedefinden alan müdahalenin hemen sonrasında, kadınlarının kurtuluşu, düzenlenen güzellik yarışmasıyla taçlandırılmıştı![3]
Batı’ya, Hindistan ya da Afganistan’daki kadınları kurtarma misyonu veren bu oryantalist kurgu, cinsiyet ayrımcılığının ve kadına yönelik şiddetin Batı dışındaki kültürlerin özsel niteliği olduğu varsayımına dayanır ve sömürge kadınlarını kategorik olarak kurbanlaştırır. “Kahverengi” kadınların kendi toplumları içindeki öznelliklerini, güçlerini, mücadelelerini görünmezleştirirken, sömürgeci/emperyalist ülkelerdeki “beyaz” kadının maruz kalmakta olduğu ayrımcılığı, şiddeti de görmezden gelir.
Öte yandan klasik sömürgecilikten günümüze değin, kadına yönelik şiddetin, cinsiyet ayrımcılığının, sömürge toplumun/doğunun/azınlık halkların kültürünün özsel parçası olduğu şeklindeki bu oryantalist varsayımın, kadın hakları söyleminin batı kaynaklı olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği varsayımıyla, karşı cepheden onaylanabildiğini gösteren örnekler de az değildir. Cezayirli kadının peçesinin, Fransız sömürgeciliğine karşı direnişin sembolü haline getirilmesi ya da Batı ülkelerindeki doğulu/Müslüman/göçmen topluluklar içindeki kadınların daha fazla ataerkil denetime tabi tutulması bu tür örneklerdendir.
Gerçek şu ki ne geçmişteki sömürgeci ve ne de sömürge toplumlar kadına yönelik şiddet ve cinsiyet ayrımcılığından azade idi. Günümüzdeki güncel egemenlik ilişkilerinin hâkim ve mazlum toplumları için de aynı şey geçerlidir. Kadına yönelik şiddet bütün toplumları kesen, evrensel bir olgu niteliğindedir. Öte yandan geçmişten günümüze değişen şey, belki de kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın daha da derinleşmiş olduğudur. Nitekim günümüzün aşiretleşmiş, cemaatleşmiş, etnikleşmiş görünümlü çatışmaları içinde, beyaz erkek, kahverengi kadının yazgısını, egemenliğini meşrulaştıracak bir malzeme olarak kullanmayı ve kahverengi kadınları, kahverengi erkekten kurtarılacak kurbanlara indirgemeyi sürdürürken, hem beyaz erkeğin şiddeti artmıştır hem de kahverengi erkeğin.
BM Barış Gücü askerleri, “barış” misyonu ile bulundukları yoksul bir Afrika ülkesinde, siyah kız çocuğuna tecavüz ediyor örneğin.[4] Eski bir Fransız sömürgesi olan Nijerya ile “rızaya dayalı” imtiyaz sözleşmeleri düzenleyen Fransız maden işletmelerinin yarattığı ekolojik tahribat, Nijeryalı kadınlara yaşam hakkını ortadan kaldırıyor. Kendini batı emperyalizmine ve temsil ettiği değerlere karşı tanımlayan Boko Haram’ın en şanlı icraatı ise karma okula giden onlarca Nijeryalı kız çocuğunu kaçırıp cariyeleştirmek oluyor. Boko Haram’a karşı yürütülen mücadelede Nijeryalı sivillerin, kadınların ve kız çocuklarının kaderine neyin düştüğü basına pek yansımadığı için bilemiyoruz. Ama Afganistan’da, ABD’nin insansız hava araçlarınınTaliban’ın sığınakları diye hedef aldığı köylerde, sivil Afgan kadınların vurulduğunu biliyoruz.
IŞİD’in din savunusu ve batı karşıtlığı söylemiyle hakimiyeti altına aldığı yerlerdeki icraatları ise, geçtiğimiz yıl Şengal’de tanık olduğumuz üzere, diğerleriyle karşılaştırılamayacak boyutlarda. Öte yandan, Şengal’in, beyaz erkeğin kahverengi kadını kurtarma hikayesinin yeni bir modeli olarak kurgulanamadığı görülüyor. Bu durum söz konusu özgül örneğin emperyalist müdahale arzularından bağışık olmasından kaynaklanıyor olamaz. Aksine Şengal’in de bir parçasını oluşturduğu coğrafyanın, büyüklü küçüklü pek çok emperyalist arzunun bir arada hüküm sürmeye çalıştığı bir alan olduğunu ifade etmeye gerek bile yok.
Böyle olmasına ve IŞİD’in kadınlara ölüm, tecavüz, cariyeleştirme gibi bir vahşeti reva görmesine karşın, beyaz adamın kahverengi kadını kurtarma söyleminin burada tekrarlanamamasının biricik nedeni, bu sefer kahverengi kadının, kendi yazgısını doğrudan ele almış olmasıyla alakalı. Zira Şengal, kadınların sadece kurban değil, kurtarıcı da olduğu bir örnek oldu. Kadınların direnişe katılma biçimleri, onları kategorik olarak beyaz erkeğin kurtaracağı kurbanlar olarak kurgulamaya elvermedi. Tabi burada kahverengi adamı da daha eşitlikçi bir temelde dönüştürmeyi hedef alan eşitlikçi seküler dünya tahayyülünün etkisini de göz ardı etmemek lazım. Bu tahayyülün kalıcı bir etki yaratabilme ihtimali, sadece çok katmanlı bir şiddete yazgılı kahverengi kadın için değil, beyaz erkeğin müdahalesinin en yıkıcı olduğu Ortadoğu için de önemli görünüyor.
[1] Dul kadının, ölen kocasının cenazesinin yakıldığı ateşte intihar etmesi.
[2] Bkz. Gayatry C. Spivak, 2009, “Madun Konuşabilir mi”, Methodos: Kuram ve Yöntem Kenarından (der. Dilek Hattatoğlu, Gökçen Ertuğrul) içinde, Anahtar Kitaplar, İstanbul. ss. 94.
[3] ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ve Afgan kadının kurtuluşu söylemine ilişkin bir eleştiri için bkz. Sahar Baha “Afgan kadını işgal baskısı altında”, BİANET, (30. Haziran. 2005), http://bianet.org/kadin/saglik/63450-baha-afgan-kadini-isgalin-baskisi-altinda (erişim, 24. Kasım. 2015).
[4] Bkz. “BM askerleri çocuğa tecavüz etti”, Cumhuriyet, (12 Ağustos 2015), http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/343269/BM_askerleri_cocuga_tecavuz_etti_.html (erişim, 24 Ağustos 2015).