Bir Memleketin Toplama Kampına Çevrilmesi

İçeriği ne olursa olsun her katliam sonrası iktidarın söylemlerinin ölümleri sıradanlaştırma noktasına kilitlendiğini farketmek işten bile değildir. Kullanılan ifadelerde, ölen kimselerin sanki hiç yaşamları olmamış, sadece ölmek için varolmuş nesneler gibi anılmaları sıradan bir tavır olmasa gerek. Bu sıradanlaştırma fiilinin ardında nasıl bir fikrin saklı olduğunu görmek bakımından Giorgio Agamben’in düşüncelerine bakmanın katkı sunacağı düşünülebilir.

Agamben’in başlıca meselelerinden biri insanın yapısını, neliğini anlamaya çalışmaktır. Ne var ki Agamben bunun pek de olanaklı olmadığını düşünür. İnsanın neliğine dair soruların, egemen ve siyaset kavramlarına bağlı olarak, biyoiktidarın ve dolayısıyla biyosiyasetin imkân verdiği kadar sorulabileceğini düşünür. Öyle ki egemen tarafından insanın neliği mutlak bir belirlenim altına alınmak istenmektedir. Bunun sonucunda, insanın hayvansal ve insansal yaşamının nerede başlayıp nerede bittiğinin belirsiz olduğu görülür. İnsanın neliği konusunda ayrımlar yapmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Belki de insanlık, tarihe bağlı olarak, amaçladığı noktaya ulaşmış/telosunu tamamlamış ve tekrardan bir geriye dönüş yoluna girmiştir. Bu noktada Agamben, Schmitt’ten de anımsanan çıplak hayat kavramını kullanır. Bu kavram insanın bütün her şeyden arınarak sadece yaşam ve ölüm ikilemine indirgendiği bir “sıfır derecesi”ne işaret eder. Agamben bugün çıplak hayatın siyasallaştırıldığını, bunun biyosiyasetin başlıca ayaklarından biri haline geldiğini gösterir. Bu noktada Roma Hukuku’ndan homo sacer kavramına işaret eder. Agamben homo sacerin “bir suç teşkil etmeden öldürülebilen ama kurban edilemeyen” bir hayat olduğunu söyler. Bu noktada çıplak hayat ve biyosiyaset ilişkisinin en iyi örneğini Agamben, toplama kamplarında bulur. Burada yaşamı ve ölümü bünyesinde içiçe geçmiş Muselmann karakterinden bahseder. Muselmann bütünüyle çıplak hayatla sınırlanmış bir kimsedir.

Kamp öncelikle istisna halinin, yasaların askıya alınmasının daimi, kalıcı bir örneğidir. Diğer yandan kampın oluşması noktasında arkada belirli bir hukuk da vardır. Bundan dolayı kampı eleştirirken, bütün bu olanların nasıl insana reva görüldüğü değil de nasıl bir hukuk ve siyaset ilişkisi bu koşulların oluşmasına imkân verir diye düşünmek gerekir. Agamben kampların bugünün siyasetindeki başlıca modellerden biri olduğunu savunur. Kamplara olanak veren koşulları görmek de yine 20. yüzyıl siyasetinin Muselmann, biyosiyaset ve iktidar paradigmasını anlamaya imkan verir.

Agamben için egemenin, iktidarın en önemli etkinliği “insanın neliğine karar vermek” ve biyosiyasal bir beden yaratmaktır. Burada Muselmann çıplak hayattan fazla bir şey sunmadığı için önemli bir modeldir. İnsan modern toplumda çoğunlukla, hem güçlü, yoğun ve müdahaleci bir iktidar karşısındadır, hem de bir yönüyle kendi başına bırakılmış, adeta terk edilmiş, hatta varlığı unutulmuştur; insan çoğunlukla çıplak hayatın ötesine gidememektedir. Agamben egemenin, bu biyosiyasal pratiğinde daima, hukuk ve siyaset arasında bir noktada kaldığını düşünür. Bir yandan hukukun dışındadır, hukuk yasaları uygular ve yasalar egemenin kendisini de bağlar. Diğer yandan, hukuku askıya alma gibi bir olanağa sahiptir. Üstelik bu olanak, hukukun kendisi tarafından da egemene bir hak olarak verilir. Yasalar olağan durum bakımından hakları ve mevcut düzeni korurlar, ne var ki “olağanüstü durum” yasaların çizdiği sınırlar dışında gerçekleşir. Bu noktada egemenin kararları önem kazanır. Agamben egemenin karar verme durumunda, hukukun dışında ama aynı zamanda içinde olma haline egemenin paradoksu ismini verir. Muselmann bir homo sacer durumundadır ve istisna halinin belirsizlik alanında, çıplak hayatın ötesine geçemez, sadece bedenini, yaşamını korumaya çalışır ve geleceği çoğu zaman egemenin kararlarına bağlıdır.

Bugün iktidar tüm sokakları birer toplama kampına çevirmeye çalışırken, bireyleri de birer Muselmann olmaya zorluyor. Bunun için düzeni korumak adına, kendini meşru kılacak yasaları ve çoğunlukla onlara dahi itibar etmekten uzak yasasızlıkları arkasına alıyor. Netice itibarıyla, bir saf şiddet alanı kurarak sokakları zırhlı araçlar, ağır silahlar ve onları kullanan maşalar aracığıyla işgal ediyor ve ötesine geçerek, bireylere yaralama ve öldürme kastıyla saldırıyor. Bu fiillere bağlı olarak, bireyleri sindirmeyi ve birer Muselmann kılmayı amaçlıyor. Ne var ki sinmek ve kendini kapatmak bireylerin yaşamlarını sürdürmeleri noktasında da bir güvence vermiyor. Bütünüyle tabi olmak, bireyi sadece öncelikli hedefler listesinden çıkarıyor. Bir “ihmal” sonrası yaşanacak bir tershane kazasından da, sadece kadın olduğu için sokak ortasında infaz edilmesinden de, Kürt, Alevi, Ermeni… olması dolayısıyla linç edilmesinden de, nicelerinden de muaf kılmıyor. Ne var ki başkalarının öldürülmelerine sessiz kalarak, eşdeyişle duyarsızlaşarak, iktidarın politik katliamları, iş cinayetlerini, trafik kazalarından uyuşturucu kullanımlarına, kadın cinayetlerine kadar düzenden kaynaklanan tüm ölümleri sıradanlaştırma, bireylerin sadece ölüm ve yaşam arasında salınan nesnelere dönüştürme amacına dolaylı da olsa katkı sunuyor. Öyle ki iktidar, bireyleri Muselmann kılabildiği oranda, öncelikli hedefler listesi üzerindeki baskı, işkence ve katliam fiilerini arttırıyor. Ve memleket güçlü, yaygın ve kararlı bir direniş örgütlemenin yoksunluğunda, adım adım bir distopyaya doğru ilerlemeye devam ediyor.