Karl Marx Beyaz Mıydı? Peki, Bugün Beyaz Mı?

​Karl Marx’ın, Batı’daki üniversitelerin pür dikkat kesildiği “ölü beyaz erkeklerin[1] klasik örneklerinden biri olduğunu düşünenler var. Bu gerçekten doğru mu? Marx’ın erkek olduğu açık. Ölü olduğunu da biliyoruz. Peki, beyaz mıydı? Veyahut -benzer bir soru gibi görünse de- şu şekilde de sorabiliriz: Karl Marx bugün, beyaz mı?

Bazılarına göre bu soru, Karl Marx’ın ten rengine bakılarak cevaplanabilir. Hatta ipucu bulmak için eski sararmış fotoğraflar didik didik incelenebilir. Bu yaklaşımın doğruluğundan şüphe duymak için geçerli bazı nedenleri birazdan belirteceğim. Ama yine de konuyu tam anlamıyla kavrayabilmek için Marx’ın ten rengi meselesine kısaca değinelim. Jonathan Sperber’in yeni yayımlanan biyografik çalışmasına[2] göre Bonn Üniversitesi’nde öğrenci olduğu ilk yıl, sınıf arkadaşları Marx’a, yanık esmer tenli olması nedeniyle “the Moor”[3] lakabını takmışlardı. Bir diğer biyografi yazarı olan Franz Mehring[4] ise bu lakabın Marx’a koyu siyah saçları ve esmer teni nedeniyle verildiğini yazıyor. Bu yakıştırma Marx’la öylesine özdeşleşmişti ki ölümüne kadar neredeyse 50 yıl boyunca bu şekilde anılmıştı. Görünüşe bakılırsa çağdaşları Marx’ı, Kuzey Afrika’nın Mağrib bölgesiyle özdeşleşen (en azından kafalarında vardı böyle bir özdeşlik) fiziksel özelliklere sahip olmasıyla değerlendirmişlerdi. Diğer taraftan, bir diğer biyografi yazarı Jerrold Seigel[5] ikna edici bir açıklamayla, bu lakabın Marx’a, Friedrich Schiller’in “Haydutlar”[6] [Die Räuber] adlı ünlü romanında yer alan ve zenginlerle güç sahiplerinin yolsuzluklarını ihbar eden Karl von Moor adlı kahramana atfen verildiğini yazıyor (Burada Seigel’in, Marx’ın lakabının Almanca’da Moor değil, Mohr şeklinde telaffuz edildiğini ve bu nedenle de böylesi bir eşleşme yapılmasının hatalı olduğunu ifade ettiğini belirtmek gerekir).

Her hâlükârda Seigel, ele aldığımız bu konuya ilişkin (en azından bence) çok önemli bir konuya işaret etmekte: Bu lakabın Marx’ın sosyal çevresindeki asıl işlevi, onun tam anlamıyla bir Alman olmadığının ima edilerek Yahudi geçmişinin vurgulanmasıydı. Seigel ayrıca Napolyon sonrası Prusya’da gerçekleşen hukuk reformlarının Yahudilerin haklarını kullanmasını yasadışı hale getirmesinden ötürü,  babasının 35 yaşında Lutheran Hristiyanlığa geçmesine (ve adını da Heschel’den Heinrich’e çevirmesine) rağmen yine de yaşıtlarının Marx’ı Yahudi olarak kabul ettiğine işaret ediyor.  Nitekim, her ne kadar tıpkı Marx gibi seküler olsa da kendi ortak Yahudi köklerinden daha az uzaklaşmış olan Marx’ın kızı Eleanor Marx Aveling, sürekli olarak ve de gururla Yahudi olduğunu söylüyordu (Eduard Bernstein, Eleanor Marx’ın ölümünün ardından yazdığı yazıda onun her fırsatta Yahudiliğine atıf yaptığını belirtiyor).

Artık bu noktada, kartlarımı masaya açmamın zamanı geldi:  Eğer Marx’ın beyaz olmadığını düşünüyorsak, bu Marx’ın ten renginin beyaz olarak kabul edilebilmesi için fazlasıyla koyu kaçtığını düşünmemizden değil, 19. yüzyılda Almanya’da Yahudilerin “beyaz ırk” haricinde kalacak şekilde ırklılaştırıldığını düşünmemizden kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, eğer Marx beyaz olmamışsa, bu tıpkı Rosa Luxemburg veya Leon Trotsky gibi 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda yaşayan diğer Yahudilerin de beyaz olmamalarındandır.

Marx’ın beyaz olup olmadığı sorusu kanaatimce iki nedenle önemli. Birincisi, sosyal ontolojiye ilişkin ilginç ve önemli sorulara neden olması. İkincisi ise, Avrupa’da doğmuş olmasına rağmen Marksizm’in hiçbir zaman beyazların egemen olduğu bir politik gelenek haline gelememiş olması. Çünkü Marksizm başlangıcından beri temel olarak ırklılaştırılmış (yani ırksal tahakküme uğratılmış) kişilerce şekillendirilmiş ve bu kişilerle ilişkilendirilmiştir. Günümüzde yaşayan herhangi biri, en azından 20. yüzyılın ortalarından itibaren, Marksizm taraftarlarının ağırlıklı olarak dünyanın güneyi ile sınırlı olduğunu gözlemleyebilir. Aynı şeyi entelektüeller için, işçi hareketleri için ve sol siyasi partiler için de söyleyebiliriz. Günümüzde Hindistan’da; Avrupa, ABD ve Kanada’dakinden çok daha fazla Marksist var. Bununla birlikte, Avrupa’daki en eski ve en etkili  taraftarlarının- Marksizm’in asıl kurucusu dâhil- beyaz olmadığı pek bilinen ve de anlaşılan bir şey değil.

Konuyu biraz daha açıklığa kavuşturmak için şu iki hususa vurgu yapmamız gerekir: Öncelikle, 19. yüzyıl Avrupa Yahudileri beyaz değildi. İkincisi, Marx ve diğer pek çok önde gelen erken dönem Marksistleri Yahudi’ydi; seküler ve/veya ateist olsalar bile –ki pek çoğu da öyleydi. Aslında bu iki husus birbiriyle yakından ilişkili; çünkü 19. yy Avrupa Yahudileri beyaz değildi. Bu anlamda Yahudilere basitçe dini bir grup olarak bakılmadığı söylenebilir. Hatta din değiştirerek ya da ateizmi benimseyerek bu gruptan çıkılamazdı; çünkü bu, herhangi bir şekilde dışına çıkmanın mümkün olmadığı ırksal bir meseleydi.

Elbette, genel olarak Avrupa’daki Yahudilerin ve özellikle de Marx’ın yaşadığı Almanya’daki Yahudilerin, sistematik olarak baskı gördüğü ve acımasızca zulme uğratıldıkları açıktı. Bu baskı mekanizması, Rusya İmparatorluğu’ndaki (antisemitik isyanları şiddetle ezen) pogromlardan, Yahudilerin temel haklarının Avrupa çapında uzunca bir süre inkâr edilmesine, Yahudilerin aşağılandığı ideolojilerin yaygınlaşmasına  kadar uzanıyordu. Bu son söylediğimiz hususun en tipik örneklerinden birini Immanuel Kant’ın, “antik hurafelere bağlı”  “hilekâr millet” şeklindeki Yahudi tanımında görebiliriz. Bu tanımla Kant Yahudilere, “kamu onuru elde etmek için çabalamalarına gerek olmadığı ve bu eksikliği, sığındıkları insanları ve hatta birbirlerini dolandırmanın avantajıyla tamamlamaya çalışmalarının” daha iyi olacağını telkin ediyordu (Kant, 1798, Pragmatik Açıdan Antropoloji)[7]. Aristo’dan bu yana gelmiş geçmiş en önemli mantıkçı olan Gottlob Frege, 1920’lerin sonu gibi daha yakın bir tarihe kadar, Yahudilerin “Alman olarak düşünülemeyeceğini” vurgulayarak, Yahudilerin Almanya dışına sürülmesi projesine desteğini açıklıyordu. Dahası onlara eşit temel haklar verilmemesini de savunuyordu.

Evet, görüldüğü üzere Yahudi halkına yönelik geniş çaplı bir zulüm ve baskı sistemi mevcuttu. Fakat soru şu ki, bu sadece bir “dini zulüm” veya “ırksal baskı” meselesi miydi? Bu soru, bu yazı bağlamında bilhassa önemli; zira Marx’ın ailesi Hristiyanlığa geçmiş ve böylece de Marx, Musevi bir ailede değil hem resmi hem de şekilsel anlamda Lüterciliğe bağlı olan seküler bir ailede yetişmişti.

“Irkçılık: Kısa Tarihi” adlı kitabın[8] yazarı George M. Fredrickson’a göre, ‘ırkçılık’ kelimesi ortak kullanıma Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulmün temellendirilmesine yönelik teorilere ihtiyaç duyulduğu bir dönem olan 1930’larda girmişti (Irkçılık: Kısa Tarihi, s. 5). Fakat Nazilerin antisemitizmi spesifik olarak ırkçı mıydı ve eğer öyleyse de bunun nedeni neydi?  Ve Nazilerin antisemitizmi, eski dönemlerde uzunca bir süre uygulanan Yahudi karşıtı dinî zulümden temel olarak farklı mıydı?

Antisemitizmin ırkçı versiyonu, Yahudiliğin itibarsızlaştırılmasına yönelik özcü bir yorumla bağlantılı olması itibariyle dini versiyonundan farklıydı. Dini zulümde, kişinin dinî bağlılığının itibarsızlaştırılması söz konusudur ki; esasında din değiştirilerek bunun üstesinden gelinebilir. Oysa ırkçı versiyonda itibarsızlaştırma, “Yahudiler kötüdür, çünkü dinleri kötü niteliklere sahiptir” şeklinde olmaktan ziyade, onların daha temel Yahudilikleriyle, pek çoğunca uygulanan dinin varsayılan kusurlarıyla açıklanır. Dahası dinî aidiyetteki herhangi bir değişim de bunları ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla, dinî zulümde kişi Yahudi’dir, çünkü Yahudi dinine bağlıdır; ırkçı antisemitizmde ise kişinin Yahudi dinine aidiyeti, o kişinin Yahudiliğinin tezahür ediş şekillerinden yalnızca birisini oluşturur. Nazilere göre kişinin Museviliği uygulamaya döküp dökmemesi pek de önemli değildi; zira her hâlükârda Yahudi Yahudi’dir.

Peki, bu tip bir ırkçı antisemitizm spesifik olarak bir Nazi icadı mıdır? Hayır, kesinlikle hayır. Ayrıntıları tarihçilere bırakmak doğru olsa bile esasında resmin bütünü yeterince açıktır: 18. yüzyılın sonundan itibaren, modern emperyalizmin modern milliyetçilikle birlikte yükselişi, etnik müştereklere bağlı insanlar fikrinin ortaya çıkmasına neden oldu (ve bu hiçbir yerde Almanya’daki kadar zor kullanarak gerçekleşmedi). “Önceleri Hıristiyan komşuları, Yahudilerin bir tür yaratık, sahte bir dinin ve çiğnenmiş bir ahitin mensupları olduklarını düşünmekteydi. Şimdilerde ise sekülerleşmiş antisemitistler, Yahudilerden, birlikte yaşadıkları kişiler tarafından asimile edilmesi mümkün olmayan ve komşularının kültürel ve ırksal saflığını kirleten tehlike kaynağı bir yaratık ve aşağı ırkın bir mensubu olarak nefret ediyorlar” (Nicholls, Christian Anti-Semitism, s. 313).[9] “Yahudilere artık bir ırk olarak bakılıyor… Bu özellikle de Halkın (Volk) dilini konuşan Romantik hareket ile arî Alman biçiminde tezahür eden antik Aryan ırkının mevcut olduğu Almanya için geçerli.” Antisemitizmin bu biçimine göre Yahudiler, “asimile olmak için istedikleri kadar uğraşsalar da asimile edilemeyen yaratıklardır” (a.g.e, s. 289).

İşte bu nedenle Marx’ın lakabı olan the Moor önemlidir. Çünkü bu lakap, ateist olmasına ve ailesi Hıristiyanlığa geçmesine rağmen yaşıtlarının Marx’a bir yabancı olarak, kökleri Almanya’da değil Ortadoğu’da olan bir Yahudi olarak baktıklarını göstermektedir.

Kısacası, Marx’a bir beyaz veya bir Alman ya da sıradan bir Avrupalı olarak bile değil, sadece bir Yahudi olarak bakılıyordu. Elbette Antisemitistlerin Marx’a (1) beyaz değil de Yahudi olarak baktıklarını söylemek (2) Marx’ın beyaz olmadığını söylemekten daha üst bir nokta gibi görülebilir. Yahudilere yönelik ırkçı bakışla aramıza doğru bir şekilde koyduğumuz eleştirel mesafe, 19. yüzyıldaki ırkçı Avrupalıların ırksal kategorilerinin tahlilinin göz ardı edilmesini gerektirmemeli.

Aslına bakılırsa, bu ancak ırkların insan zihinden bağımsız olarak var olduğuna inanmamız halinde mümkün olur. Elbette bizler bu şekilde düşünmemeliyiz. İşte tam da burada, temas etmek istediğim ontolojik noktalardan birine gelmiş olduk: Irk, “sosyo-jenik”tir; yani hiyerarşik olarak düzenlenmiş sosyal pozisyonların oluşturduğu ve kişileri bu pozisyonlara sevk eden ayrışık statülerin bir sonucudur. Bu nedenle bu pozisyonlar, hâlihazırda ne olduklarından (sanki ırksal özellikler, doğal farklılıkları yansıtırmış gibi) ve de nasıl göründüklerinden (sanki ırksal farklılık, önceden var olan çeşitliliği dikkate alıp toplumsal düzeni basitçe kayıt altına alırmış gibi) ziyade, aktif bir şekilde otoriterce kurulur ve böylece de bazen fenotipik (fiziksel görünüş) bazen de fenotipik olmayan farklılıkları kullanarak insanları gruplandırmak için sosyo-politik ölçütler oluşturur. Kısaca söylersek, ırksal kategoriler sosyo-politik bir icattır. Irksal pozisyonlar toplumsal olarak inşa edilirler (Bu düşünceyle paralellik arz eden bir görüş için bkz. Karen Brodkin’in Yahudiler Nasıl Beyaz Halk Oldular ve Bu Amerika’daki Irk Sorunuyla ilgili Ne anlatır[10]).

Elbette, bu icat hem mucitleri hem de repliklerini bunlardan alanlarca hayli ciddiye alınan bir icat. İşverenler, toprak sahipleri, yargıçlar, polis memurları, öğretmenler ve daha diğer pek çokları rutin olarak birisi hakkında nasıl konuşacaklarına, nasıl davranacaklarına ve genel olarak birisiyle nasıl ilişkiye geçeceklerine, bu kişiyi sınıflandırdıkları ırksal kategorilere göre karar veriyorlar. Evet, bunları zaten biliyoruz. Fakat bilmediğimiz şey, onların bunu niye yaptıkları. Veyahut daha doğru bir şekilde ifade edersek, güçlü kurum ve sistemler için ırksallaştırma pratikleri ne şekilde işlevsel olmaktadır? Bu soruyu cevaplandırmaya uğraşmaya çalışmayacağım; ancak benim düşüncelerimin zamanında Martin Luther King tarafından zaten söylenmiş olduğunu ve onun beyaz egemenliğinin elitler tarafından bir tür toplumsal kontrol biçimi olarak “tasarlandığına” işaret ettiğini söylemem gerekir (Bu hususa ilişkin daha fazla ayrıntı için bkz. Erken Marksizm’in iki kavramı üzerine bazı kısa notlar: “Volksmasse’ ve ‘Antagonismus”[11]).

Ancak ırkların tıpkı 20 dolarlık banknotlar gibi var olduklarının farkında olmak da çok önemlidir. Şöyle ki her ikisi de insanların bir şeyin (üzerinde bir takım işaretler olan dikdörtgen şeklindeki bir kağıt parçasının) bir diğer şeyi (bir para birimini) temsil ettiğini düşünmeleriyle varlık kazanır. Bununla birlikte toplumsal koşullar bir kez oluştuğunda, 20 dolarlık banknotlar gerçek sonuçlar doğururlar. Bu yüzden, (diğer şeyler gibi bunlar da hayalî diyerek) bunların hayalî olduğunu ileri sürmek son derece yanlıştır. Hayır, onlar sadece hayal gücünün bir ürünü olmayıp toplumsal olarak paylaşılan bir hayalin meydana getirdiği kurumlardır. Bir takım sahte ırksal “geçiş” vakâları da dâhil olmak üzere, ırkları anlamanın anahtarı, tıpkı üniversiteler ve 20 dolarlık banknotlarda olduğu gibi, ırkların birer kurum olduklarını anlamaktan geçer.

Başlangıç noktama geri dönerek yazıyı artık bitirmek istiyorum. “Ölü beyaz erkek” kavramını, “koro halinde” “önemli” olarak addedilen entelektüel çalışmaların sınırlılığını eleştirmek için kullananların atfettiği anlama gelecek şekilde soruyorum: Marx “ölü beyaz bir erkek” miydi? Marx’ın, beyaz olmamasına rağmen, ölümünden uzun bir süre sonra “Büyük Filozoflar” listesine dâhil edilmesi, Marx’ın günümüzde beyaz olarak kabul edilmesine (ki bu kabul ediş, onun Alman Yahudi kökeni nedeniyle bir zamanlar beyaz olarak tanınmasına engel oluşturan “geçmişine” rağmen olmuştur) imkân veren bir manevra olarak değerlendirilebilir mi?

Evet, Marx beyaz değildi ama artık şu an beyaz. Öldükten uzun yıllar sonra ırkını değiştirdi (Elbette bu öldükten binlerce yıl sonra “eşcinsel” olduğu kabul edilen  Sokrates’le kıyaslandığında nispeten daha mütevazı bir durum sayılabilir).

Sanırım Marksizm’i asıl olarak beyaz toplumun ya da daha ziyade beyaz insanların oluşturmadığı kabul edilecektir. Marksizm’in pek çok önemli eski kurucu ve reformistleri (en azından ölümlerinden epey sonraya kadar) beyaz değildi: Karl Marx, Leon Trotsky, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Julius Martov, Otto Bauer ve György Lukacs gibi kişiler bu isimlerden sadece birkaçı. Marksizm genellikle ırklılaştırılmış ve beyaz olmayan Avrupalı entelektüel ve aktivistlerden doğmuştur; tıpkı Avrupa dışındaki ırklılaştırılmış, beyaz olmayan entelektüel ve aktivistlerin bugün Marksizmin önde gelen düşünürleri ve yenilikçileri olmaları gibi. Elbette Marksizm Avrupa toplumundan ve Avrupa kültüründen doğmuştur ve bu nedenle de Marksizmin Avrupa’daki kökenlerine ilişkin imaların ayrıca tartışılması gerekir. Bu konuyu ele alan önemli çalışmalar var ve bunların sadece dördünden bahsederek yazıyı sonlandıracağım: Samir Amin, “Avrupa Merkezcilik”[12] (ki bu kitap özel olarak Marksizm’den bahsetmemekle birlikte, Marksizmi kullanıp ona işaret etmektedir); Kevin Anderson, “Marx at the Margins”[13]; Vivek Chibber, “Postcolonial Theory and the Spectre of Capital”[14] ve son olarak da “Robert Biel “Eurocentrism and the Communist Movement.”[15]

 


* Makaledeki bütün dipnotlar çevirmene aittir. Bu makalenin orijinali 16.06.2015 tarihinde http://publicautonomy.org/2015/06/16/karl-marx-white/ adresinde “Was Karl Marx White? And Is He?” başlığıyla yayımlanmış olup yazarının izniyle ViraVerita için çevrilmiştir.

[1]  “Ölü beyaz erkekler” (Dead white males) siyasi, sosyal, kültürel ve de akademik camiadaki erkek egemenliğini ama bilhassa da ten rengi beyaz olan müteveffa erkeklerin egemenliğini vurgulamak ve eleştirmek için kullanılan bir tür adlandırma.

[2] Jonathan SperberKarl Marx: 19. Yüzyılda Yaşanmış Bir Hayat, İletişim Yayınları, 2014, İstanbul.

[3] Mağribî: Kuzey Afrika’nın batısında (Mağrib) yaşayanları tanımlayan bir kavram.

[4] Franz MehringKarl Marks: Yaşam Öyküsü, İlya Yayınları, 2010, İstanbul.

[5] Jerrold Seigel, Marx’s Fate: The Shape of a Life, Penn State University Press, 2005, Pennsylvania.

[6] Friedrich SchillerHaydutlar, Çev. Kazım Özdoğan, Gergedan Yayınları, 2013, İstanbul.

[7] Kant: Anthropology from a Pragmatic Point of View, Eds: Robert B. Louden, Manfred Kuehn, Cambridge University Press, 2006, Cambridge.

[8] George M. Fredrickson, Racism: A Short History, Princeton University Press, 2003, New Jersey

[9] William Nicholls, Christian Antisemitism: A History of Hate, Jason Aronson Inc, 1995, Northvale.

[10] Karen Brodkin, How Jews Became White Folks & What That Says About Race in America, Rutgers University Press, 1999, New Jersey.

[11] Steve D’Arcy, “Some Concise Research Notes on Two Concepts in Early Marxism: The ‘Volksmasse’ and ‘Antagonismus”, 28.07.2014 http://publicautonomy.org/2014/07/28/volksmasse/

[12] Samir Amin, Avrupa Merkezcilik-Bir İdeolojinin EleştirisiChiviyazıları Yayınevi, 2007, İstanbul.

[13] Kevin Anderson, Marx at the Margins: On Nationalism, Ethnicity, and Non-Western Societies,  University Of Chicago Press, 2010.

[14] Vivek Chibber, Postcolonial Theory and The Spectre of Capital, Verso, 2013.

[15] Robert Biel, Eurocentrism and the Communist Movement,  Kersplebedeb Publishing, 2015.