Bozkırın Tükenmeyen Papatyaları: Sevgi Soysal’ın Ankara’sı* Ara

“Sevgi Soysal, ilkgençliğimde dünyayla arama gerilmiş bir zekâ, isyankâr bir neşe,

külyutmaz bir duruştan dokunmuş bir tüldü.

Tam da bombaların saatinde. O en gürültülü demini yaşayan;

öfkeli, üstü başı darmadağınık Ankara’nın üstüne gerilivermiş bir tül.”[1]

Yıldırım Türker

                                                                                                                                

Bu sene 22 Kasım’da Sevgi Soysal’sız bir edebiyatın ve bir kentin 39. yılını tamamlayacağız. Tüm kitaplarını hevesle okuduktan sonra doyurulamayacak bir iştahla yeniden onun ironik dilini, muzipliklerini ve inadını arayıp duracağız okuduğumuz her öyküde, her romanda. Sonra kaybettiğimiz her yakınımızın ardından yaptığımız gibi gündelik tasalarımızın orta yerinde “Sevgi olsa ne derdi şimdi buna” diyeceğiz. Ama sadece edebî yanımız değil, yürüdüğümüz sokakların altyazıları da eksik kalmış olacak. Çünkü Sevgi Soysal kendi döneminin röntgenini çeken ve hala güncel kalan dertlerini tüm eserlerine sızdıran bir yazar olmanın yanında Ankara’nın güncesini tutmuş en kayda değer insanlardan da biridir. Süssüz, abartısız, ne yücelterek, ne küçümseyerek anlamlandırır Ankara’yı. Kimi zaman acı gerçeği söyleyen bir dost olur, kimi zamansa kentin en sıradan köşesinden en güzel tatları çıkarmasını becerir. Eskişehir yolundan Kızılay’a günbatımında yürür, hep bir delisi olan Sakarya’da bir “goralım” yer, Kavaklıdere’den tepelere çıkıp kentin ışıklarını seyreder, cezaevinin havalandırmasındaki küçük bir mahkûmun gözünden Kale’ye bakar, oradan sokaklara karışıp Altındağ’a gider, çocukların oyunlarını izler. Aradan geçen otuz küsur yıla rağmen bir türlü değişemeyenleri zihnimize kazır, anlattıkları sanki daha henüz gerçekleşmiş gibi adımlarımıza siner.

Sevgi Soysal, ilk öykü kitabı Tutkulu Perçem’in daha ilk öyküsünde anlatır 1962’nin henüz gençlik çağlarını yaşamakta olan başkentini: “Tutkularımı gün aydınına çıkarmanın yeri miydi bu kent. Bu kent gidişli gelişli bir caddeydi. İki taraflı gelip gidenlerdi. Üç beş vitrin, bilmem şu kadar inşaat ve daha çok parti merkeziydi.”[2] Yoktan var edilmiş ilk kent olma ünvanını taşıyan Ankara, o zamanlar dev bir bürokratik şantiye olarak, eksikliğin, kuruluğun, darlığın yeriydi ve Sevgi’nin tutkularını pek anlayacağa benzemiyordu.  Ama yine de Kalabalıklar öyküsünde Sevgi Soysal, yorgunluğunu sessizce sahiplenmesini bilen bir kent olarak betimlemişti Ankara’yı: “Her atılanı yutardı bu kent, bu yorgunluğumu da kendinin sanırdı, ne çabuk sanırdı.”[3] Üstelik “bozkırlığı kentliğinden önce gelen” bir kent olsa da Ankara, “deniz kentleri ve orman kentlerini geride bırakacak” bir gün batımına da sahipti ona göre.[4]

Sevgi Soysal Ankara’dan “bozkır” diye bahsederken İstanbul merkezli bir şikayetten çok bir “ağaçlandırma” olanağına işaret eder belki de. Evet, Ankara’da deniz yoktur, öyle çok ağaç yoktur, insanlar işten “güve yeniği yaşamlar”ına koşar, ama bu “senden benden yalnız” olan bozkır, aslında Sevgi Soysal için “yaratık dolu, yaşam dolu” dur. Bu bozkırı çekilmez kılan ise Yürümek romanının yazıldığı dönemde yüzü iyice asılan ve hışmından Sevgi Soysal’ın da pay alacağı otoriter ve bürokratik ortamdır. “İşini yürütenlerin işlerin yürütülmesi için bir ay çalışıp, boyunlarına takılmış yemlikten saman yiyenlerin kenti”, bozkırın ortasında “çürük bir diş” [5] gibi belirir ve Sevgi Soysal bozkırın bu çürük dişi çekip atmasını umar. Bu çürük diş, tamamının Ankara’da geçtiği Yenişehirde Bir Öğle Vakti adlı romanında bir kavak ağacı olarak çıkar karşımıza. Huysuz, kuralcı emeklileri, işini bilen ticaret adamları, hayatı herkesten iyi bilen çingeneleri, kafası karışık genç solcuları, fahişeleri, aklı fikri sürekli evin düzeninde istikrarında olan anneleri, gecekondu çocukları, yeni yeni şehre taşınmaya başlamış kapıcıları, fakiri zenginiyle tüm bir kentin bir öğleden sonrasının kuşbakışı görünümünü çizer bize. Romanın sonunda tüm kahramanların etrafında toplandığı kavak ağacı çürür ve apartman kapıcısının üzerine düşer. Bu sıfırdan kurulan, sakinleri hep göçmen olan, eskiden bolca dere ve bu derelerin kenarlarında bolca kavak bulunduran kentte, adı geçen tüm insanlar birbirlerini anlamayı ve birlikte yaşamayı bir türlü beceremezler. Böylelikle bozkırda güzel kalan ne varsa gözlerinin önünde çöker gider, herkes sadece seyreder, bedelini altta kalanlar öder.

 1976 yılına gelindiğinde Türkiye 12 Mart’ı yaşamış, gençlerini darağacına kurban vermiştir. Ankara’nın “göz yaşartan taşı” Sevgi Soysal’ın gözünde iyice katılaşır, kararır. Denemelerini topladığı Bakmak adlı kitabında şöyle der: “Eskiden Ankara’da boz olan hiç olmazsa kırdı. Bir baharı, gelincikleri ve papatyaları olabilen bir kır. Şimdi boz olan sadece beton, tek kırmızısı gençlerin kanı olan beton.”[6] Sevgi Soysal tüm uğraşı engeller yaratmak olan bir sistemin ve ceberut devletin sembolü olarak görür Ankara’yı. Hem yaşamımızda hem yürüdüğümüz yollarda engeller yaratılır. İnşası bir türlü bitmek bilmeyen Ankara’nın her yanı delik deşik, demir kazıklarla çevrilidir, yürüyenin ayağına dolanır, düşürür.

Sevgi Soysal’a göre insanların hayatları da bin bir engelin üstünden atlayarak geçer ama “her zaman tüm engelleri aşacak koşucular”ın umudunu taşır içinde. Çünkü Ankara, sadece taştan değildir, bozkırın ortasında bir vaha yaratabilecek canlıları barındırır aynı zamanda içinde… Belki Sevgi Soysal’ın ne kadar sinirlense de bir türlü Ankara’ya kıyamamasının biricik sebebi de bugün bu hala taze kalan yeni yaşam olanaklarını aralayan umutta saklıdır.

Bitirirken onun sesinden duymalı bir kez daha:

“…Ankara sana yıllardır uzaktan bakanlar bir gün sana varacaklar, varacaklar ya senden yardım falan ummak için değil. Üstüne beton dökülmüş de olsa, bozkırın tükenmeyen papatyalarına, gelinciklerine yeniden hayat hakkı tanımak için. Doğayı hayatı ezip geçmeye hevesli silindirlerle huzur bulmuş asfaltlarda, tıkanıp kalan soluğumuzun yeniden arınması için. O zaman Ankara’da ne taş ne de gözümüzde yaş.” [7]

 *Bu deneme, ilk önce 2011 Kasım ayında SolfaSol dergisinde yayınlanmış, ViraVerita için “bugün hala taze kalan yeni yaşam olanaklarını” hatırlatmak dileğiyle yeniden gözden geçirilmiştir.


[1] Yıldırım Türker, “Sadece Bakmaya Karşı”, (Sevgi Soysal, Bakmak içinde, İletişim Yayınları, 2004),  s. 7.

[2] Sevgi Soysal, “Tutkulu Perçem”, (Tutkulu Perçem, içinde, İletişim Yayınları, 2004),  s.16.

[3] Sevgi Soysal, “Kalabalıklarda”, (Tutkulu Perçem içinde), s. 17.

[4] A.g.e., s.18.

[5] Sevgi Soysal, Yürümek, (İletişim Yayınları, 2006), s. 116-117.

[6] Sevgi Soysal, “Ankaranın Taşı Deme Durmaz Gözümün Yaşı”, (Bakmak içinde), s. 36.

[7] A.g.e., s. 34.