Potansiyellik Üzerine

Giorgio Agamben

Çev: Serhat Celâl Birdal

Batı felsefesi geleneğinde uzun bir tarihe sahip olan potansiyellik kavramı, en azından Aristoteles’ten beri, bu gelenek içinde oldukça merkezî bir konumu da işgal etmektedir. Hem metafiziğinde hem de fiziğinde, Aristoteles, potansiyelliği (kuvveyi) edimselliğe (fiile), dynamis’i energeia’ya, karşıt olarak kullanmakta ve de bu karşıtlığı Batı felsefesi ve bilimine miras bırakmaktadır.

Burada tarihyazımına ilişkin bir kaygıdan hareket etmeyeceğim. Artık kullanımda olmayan felsefî kategorilere basitçe yeniden yaygınlık kazandırma niyetinde de değilim. Aksine, potansiyellik kavramının insanlığın yaşamında ve tarihinde, en dikkate değer biçimde de kendi kudretini (potenza) ve kabiliyetini gezegenin bütünü üzerine iktidarını (power) dayatabilme noktasına kadar büyütüp geliştirebilen insanlığın bu kısmında, işlev görmeyi hiç bırakmadığı kanaatindeyim.

Wittgenstein’ın eğer sözcüklerin anlamlarına ilişkin sorular halinde formüle edilirlerse felsefî problemlerin çok daha anlaşılır hale geleceklerine dair önermesini takip ederek burada yapmaya çalışacağım şeyi “-ebilme” (can, potere)[i] takısının anlamını kavrama girişimi olarak tanımlayabilirim. “Yapabilirim” (I can) ya da “yapamam” (I cannot) dediğimde neyi kastediyorum?

Requiem olarak başlıklandırdığı şiir seçkisine yazdığı bir girişte Anna Ahmatova şiirlerinin nasıl doğduğunu anlatır. Tarih 1930’lardır; siyasî sebeplerle tutuklanmış oğlundan bir haber almak ümidiyle aylar ve aylar boyunca Leningrad hapishanesinin kapısındaki uzun kuyruklarda beklemiştir. Onla birlikte düzinelerce kadın da kuyruktadır. Günün birinde bu kadınlardan biri onu fark eder ve ona dönerek şu soruyu yöneltir: “Bütün bu olanlardan söz edebilir misin?”. Ahmatova bir anlığına duraklar ve sonra neden ve nasıl olduğunu bilmediği bir biçimde yanıt çıkagelir: “Evet” der, “edebilirim”.

Bu yanıtla acaba Ahmatova dilin imkânlarını yazıya dökülemeyecek denli zalim ve acımasız durumları ifade edebilmeye yetecek kadar kullanmayı becerebilen usta bir şair olduğunu mu anlatmaya çalışmıştır? Kastettiğinin bu olduğunu hiç zannetmiyorum.

Bir kesinliğe ya da kapasiteye gönderme yapmadan “yapabilirim” demek zorunda kalındığı netameli bir an hep vardır. Bütün yetilerin ötesindeki bu “yapabilirim” aslında hiçbir anlam ifade etmez- bununla beraber, her birimiz için belki de olabilecek en çetin ve en sert deneyimi imlemektedir: potansiyellik deneyimi.

Yeti (Faculty) nedir?

Aristoteles’in De Anima (Ruh Üzerine) eserinin ikinci kitabında şu satırları okuruz:

“Duyuların kendilerine dair duyumları olmaması bizi bir açmazla (aphoria) karşı karşıya bırakır. Ateşi, toprağı, suyu ve diğer elementleri duyumsamalarına rağmen, dışsal nesnelerin yokluğunda duyularımız neden hiçbir duyuma sahip değildir? Çünkü duyumsallık edimsel değil ama salt potansiyeldir. Bir yanıcı maddenin yanma ilkesi olmadan kendi başına tutuşmaması gibi (aksi halde onun fiilî bir ateşe ihtiyaç duymadan kendi başına yanabileceğini kabul etmiş oluruz), potansiyel haldeki duyularımız da kendi başlarına ve kendilerine dair bir duyuma sahip değildir.”[1]

Duyumsallığı “ruhun yetisi” olarak betimlemeye o kadar alışmışızdır ki De Anima’daki bu pasaj bizim için hiçbir sorun tarif etmiyor gibidir. Potansiyelliğin söz dağarcığı bize o kadar derin nüfuz etmiştir ki bu satırlarda ilk kez karşımıza çıkan şeyin, Batı felsefesinin seyri boyunca bu biçimiyle nadiren gün ışığına çıkmış temel bir problem olduğunu ayırt edemeyiz. Potansiyelliğin kökenine dair olan bu problem şudur: “Bir yetiye sahip olmak” ne demektir? “Yeti” gibi bir şey nasıl ve ne biçimde varolabilir?

Eski Yunan duyumsallık ve anlağı ruhun “yetileri” olarak kavramıyordu. “Duyum” anlamına gelen aisthēsis sözcüğü onun bir eylemi bildirdiğini bize anlatan –sis takısıyla biter. O halde, bir duyumsamanın yokluğunda bir duyum nasıl mevcut olabilir? Bir anaisthesia (anestezi, duyumsuzluk) durumunda aisthēsis nasıl varolabilir?

Bütün bu sorular bizi doğrudan potansiyellik sorununa götürüyor. İnsanın görme ve konuşma “yetisine” (ya da, Hegel’deki gibi, ölüm yetisine) sahip olduğunu ya da bir şeyin basitçe birinin “gücü ya da yeteneği” dâhilinde olup olmadığını söylediğimizde potansiyellik meselesinin alanına girmiş bulunuyoruz demektir.

De Anima’dan alıntıladığımız bu pasaj bize potansiyellik hakkında ne söylemektedir? Esas olan nokta şu ki potansiyellik basit bir yokluk ya da yoksunluk olarak değil ama daha ziyade varolmayanın varoluşu, bir yokluğun mevcudiyeti olarak anlaşılmalıdır; “yeti” ya da “güç” olarak tanımladığımız şey tam da budur. “Bir yetiye sahip olmak” bir yoksunluğa sahip olmak anlamına gelir. Ve potansiyellik mantıksal bir ilke değil bu yoksunluğun varoluş kipidir.

Fakat bir yokluk nasıl mevcut olabilir? Bir duyum bir duyumsuzluk (anesthesia) olarak nasıl varolabilir? Aristoteles’i ilgilendiren sorun işte budur.

(Filozofların sıklıkla özle ilgilendikleri ve bir şeyle karşılaştıklarında ilk “bu şey nedir?” diye sordukları söylenir ve düşünülür. Ama mesele tam olarak böyle değildir. Filozoflar her şeyin üzerinde varoluşla ya da varoluşun kipliğiyle (veyahut kiplikleriyle) ilgilidir. Bir öz varsaymaları ise ancak bu özü varoluş içinde eritmek içindir.)

İki Potansiyellik

Tam da bu yüzden Aristoteles iki potansiyelliği birbirinden ayırt etmekle işe başlar. İlki örneğin bir çocuğun bir şeyi tanımak ya da herhangi bir kişinin devlet başkanı olabilmek potansiyeline sahip olduğunu söylediğimizde kastettiğimiz kökensel bir potansiyelliktir. Bu kökensellik Aristoteles’in ilgilendiği potansiyele dair değildir.

Onu ilgilendiren örneğin bir bilgi ya da kabiliyete sahip olanın taşıdığı potansiyelliktir. Bu anlamda söz konusu olan bir mimarın bina tasarlama ya da şairin şiir yazabilme potansiyelidir. Bu mevcut potansiyelliğin kökensel bir potansiyellikten farklı olduğu açıktır. Bir çocuk, Aristoteles’e göre, ancak öğrenme süreci içinde bir değişim geçirmesi koşuluyla bir potansiyele sahip ve bir şeyi gerçekleştirmeye yetkin olabilir. Hâlihazırda bilgi ve beceriye sahip olan biri ise, aksine, bir değişimden geçmeye mecbur değildir; bunun yerine o, bir “sahip olma” ya da hexis sayesinde, örneğin bir işi yapmamak yoluyla kendi bilgi ve becerisini edimsele dönüştürmeme (mē energein) ya da gerçekleştirmeme potansiyeline de sahiptir. Bu yüzden mimar tasarlamama, şair şiir yazmama potansiyeline sahip olabildiği sürece yetkindir.

Potansiyelliğin Varoluşu

Burada Aristoteles nezdinde potansiyelliğin alamet-i farikası olarak kabul edilebilecek bir şeyi, onun varoluş kipliğini kavramaya çalışmaktayız. Söz konusu olan basitçe bir şeyi yapabilme değil ama yapabilecekken yapmama, potansiyeli edimsele dönüştürmeme, gerçekleştirmeme olanağı ve gücüdür.

Aristoteles’in, potansiyelin ancak edimsel içinde varoluş kazanabileceğini öne süren Megaralıların konumunu eleştirmesinin nedeni tam da budur. Aristoteles’in açıklamaya çalıştığı şey tam olarak potansiyelliğin varoluşudur; potansiyelliğin hep bir mevcudiyeti ve bir çehresi vardır. Physics’teki bir pasajda edebî bir biçimde bunu şöyle ifade eder: “Yoksunluk (privation, sterēsis) bir biçim (eidos), bir çehre gibidir” (193 b 19-20).

Aristoteles’in Metafizik’in sekizinci kitabında geliştirdiği potansiyelliğin “çehresinin” belirlenimlerine geçmeden önce, potansiyelliğin De Anima’da ortaya çıkan ve bana bilhassa önemli görünen bir figürü üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Kastettiğim şey karanlık ve gölgelerdir.

Aristoteles söz konusu eserde görme problemi üzerine eğilir (418 b-419 e I). Görülen şey ona göre renktir; fakat bu bizim tam karşılığı olan bir sözcüğe sahip olmamakla birlikte çoğunlukla “saydamlık” [transparency] olarak tercüme ettiğimiz diaphanes diye bir sözcükle ifade edilir. Diaphanes, burada hava ve su gibi saydam kütlelere değil ama her kütle ya da bedenin içinde bulunan ve her kütle ve bedende gerçek olarak görünür olan bir “doğa”ya karşılık gelir. Aristoteles bu “doğa”nın ne olduğunu açıklamaz; o sadece “diaphanes vardır”, esti ti diaphanes, demekle yetinir. Ama aynı zamanda o bize bu doğanın edimselliğinin (energeia) aydınlık, potansiyelliğinin ise karanlık (skotos) olduğunu anlatır. Aydınlık, deyim yerindeyse, edimsel halde bulunan diaphanes’in rengidir; bu durumda, karanlığın da potansiyelliğin rengi olduğu söylenebilir. Bazen karanlık bazen de aydınlık olan şey doğası itibariyle bir ve aynıdır ( hē autē physis hote men skotos hote de phōs estin).

Birkaç sayfa sonra Aristoteles skotos ya da “karanlık” sorununa geri döner ve kendine, görüyor olduğumuzu hissetmenin nasıl mümkün olabildiğini sorar. Zira bunun mümkün olabilmesi için görmeyi hissetmenin aynı anda hem görme yetisi hem de başka duyularımız aracılığıyla birlikte tecrübe edilmesi zorunlu gibi gözükmektedir. Aristoteles’in yanıtı ise görmeyi hissetmenin görmenin kendisinden türediği yönündedir. Ama bu durumda hemen ardından bir açmazın ortaya çıktığını dile getirir:

“Öyle ki, görüyor olduğunu hissetmek sadece görme fiiliyle mümkün olabilir ve görülen sadece renk ve renge sahip olandır [eşdeyişle, diaphanes]. Eğer gördüğümüz şey görmenin kendisiyse, o halde görme ilkesinin kendisinin rengi barındırdığı fikrine varırız. Bu yüzden “görüyor olduğunu hissetmek”in salt tek bir anlamı yoktur, zira görmesek de karanlığı aydınlıktan ayırt edebiliriz. Dolayısıyla görme ilkesi bir biçimde rengi barındırmak zorundadır”.[2]

Bu pasajla Aristoteles yukarıda ortaya attığımız “Duyularımızın kendilerine dair duyumları neden yoktur?” sorusunu yanıtlamış olmaktadır. Az önce bu soruyu şöyle karşılamaya çalışmıştık: “Yoktur, çünkü duyum salt potansiyeldir”. Şimdi ise bunun ne demek olduğunu daha iyi kavrayabilecek bir konumdayız. Görmesek de (başka deyişle görme duyumuz potansiyel durumda olsa bile), karanlığı aydınlıktan ayırt edebiliriz; karanlığı görebiliriz. Görme ilkesi “bir biçimde rengi barındırır” ve onun renkleri aydınlık ve karanlık, edimsellik ve potansiyellik, mevcudiyet ve yoksunluktur.

Karanlığın Potansiyelliği

Şu nokta özellikle işaret edilmelidir: Potansiyellik örneğin sadece görme fiiline ait olsaydı ve bu biçimiyle de ancak aydınlığın edimselliği içinde varolabilseydi, biz hiçbir zaman karanlığı deneyimleyemezdik (aynı biçimde potansiyelin sadece işitmeye ait olduğu bir durumda da sessizliği dinleyemezdik). Ama insanoğlu gölgeleri görebilir (to skotos) ve karanlığı deneyimleyebilir; görmeme potansiyeline, bir yoksunluk olasılığına kendi başına sahiptir.

De Anima üzerine yorumunda Themistius şöyle yazar:

“Duyum hem gerçekleşme hem de gerçekleşmeme potansiyeline aynı anda sahip olmamış olsaydı ve hep edimsel olarak varolmak durumunda kalsaydı, karanlığı idrak etmek ya da sessizliği işitebilmek hiçbir şekilde mümkün olamazdı. Aynı şekilde, eğer düşünme yetisi hem düşünmeye hem de düşünmemeye ya da düşünmenin yokluğuna [anoia, düşünce-sizlik] aynı anda yetkin olmamış olsaydı, biçimsiz olanı [amorphon], şerri, tasviri-olmayanı [aneidon] ayırt etmek de mümkün olmazdı. Anlağın potansiyellikle bir ortaklığı [koinonein] bulunmuyor olsaydı, o hiçbir zaman bir şeyin yokluğunu ya da yoksunluğu idrak edemezdi.”

İnsanın potansiyelinin büyüklüğü -ve ayrıca derinliği – tam da onun her şeyden önce bir eylememe potansiyeli, karanlığın potansiyelliği, olmasından ileri gelir. (Homeros’ta skotos insanoğlunu ölüm anında bitap düşüren karanlıktır. İnsanoğlu bu skotos’u deneyimlemeye muktedirdir.)

Burada söz konusu olan hiç de soyut bir şey değildir. Sıkıntı, örneğin, eylememe-potansiyelini deneyimlemekten başka nedir ki? Onun iyinin ve kötünün sınırında korkunç bir deneyim olmasını açıklayan şey de budur.

İyiye ve kötüye kadir olmak basitçe şu ya da bu iyi ya da kötü eylemi gerçekleştirmeye muktedir olmak değildir (bu anlamda, belirli her iyi ya da kötü eylem sıradanlıktan öteye geçemeyecektir). Radikal bir kötülük şu ya da bu kötü fiil değil karanlığın potansiyelliğidir. Ve bu yine de aynı zamanda aydınlık için de bir potansiyeldir.

Her Potansiyellik Bir Potansiyelsizliktir[ii]

Metafizik’in sekizinci kitabında Aristoteles bu yoksunluğun “çehresi”ni, bu özgün potansiyelliğin biçimini kavramaya çalışır. Burada, bizim soruşturmamızı yönlendirecek iki tespit çok kritiktir. “Potansiyelsizlik [adynamia], potansiyelliğin aksine, bir yoksunluktur. Ve fakat her potansiyellik aynı şeyin aynı türden potansiyelsizliğidir” (tou autou kai kata to auto pasa dynamis adynamia) (1046 e 25-32).

Bu tespit ne anlama gelmektedir? Bu ifadeler bize potansiyelliğin, kendi özgün yapısı, dynamis’i, içinde, kendi yoksunluğuyla (ya da kendinden yoksunlukla), steresis’iyle, kendi varolmayışıyla ilişkisi içinde kendini idame ettirdiğini anlatır. Söz konusu ilişki potansiyelliğin özünü oluşturur. Potansiyel olmak kendi eksikliğiyle ya da yetersizliğiyle ilişkide olmak demektir. Potansiyellik kipliğinde bulunan varlıklar kendi olmama potansiyellerine (potansiyelsizliklerine) muktedirdirler ve sadece bu biçimde potansiyel olabilirler (olabilirler; zira hep kendi yokluklarıyla ilişkidedirler). Potansiyellikte duyum duyumsuzlukla (anesthesia’yla), bilgi bilmemeyle ve aydınlık da karanlıkla ilişki halindedir.

Bizim için kritik olan ikinci tespit ise şöyledir: “Potansiyel olan [dynatos] gerçekleşmemeye muktedir olandır [endekhetai]. O, hem olabilir hem de olmayabilir ya da aynı anlama gelmek üzere hem olma hem de olmama potansiyeline aynı anda sahiptir [to auto ara dynaton kai einai kai mē einai] ” (1050 b 10).

Bu sıradışı pasajda Aristoteles, potansiyelliğin, bizim artık onun sözcükleriyle rahatlıkla olmama potansiyeli biçiminde tanımlayabileceğimiz en açık ve özgün motifini gözler önüne sermiş oluyor. Potansiyel, hem olmaya hem de olmamaya aynı anda muktedir olandır. Dekhomai “karşılıyorum, ağırlıyorum, kabul ediyorum” anlamına gelir. Potansiyel varolmamayı içeri alır ve ağırlar ve varolmayışı bu karşılama potansiyellik ya da en temel edilginliktir. O, edilgin potansiyelliktir; ama kendinden başka bir şeye değil, bizatihi kendi mevcut olmayışına ya da eksikliğine maruz kalan bir edilgin potansiyellik.

Aristoteles’in varolmayanın potansiyelliğine dair örneklerini hep zanaatlar ve insan bilgisi alanından devşirdiğini akılda tuttuğumuzda, insanların, öğrenebildikleri ve üretebildikleri sürece, diğer bütün canlılardan çok daha fazla potansiyellik kipliğinde varolduklarını öne sürebiliriz. Her insan gücü, adynamia, potansiyelsizliktir; her insan potansiyeli kendi yoksunluğuyla ilişki halindedir. Diğer canlılarla kıyaslandığında bu kadar sınırsız ve şiddetli olabilen insan gücünün kaynağı ve derinliği buradadır. Yaşayan diğer varlıklar yalnızca kendilerine özel potansiyellerin sahibidir; sadece şu ya da bu belirli şeyi yapabilirler. Ama insan kendi potansiyelsizliğine (ya da olmama potansiyeline) sahip ve yetkin olabilen tek hayvandır. İnsan potansiyelliğinin büyüklüğü onun potansiyelsizliğinin (aynı anlama gelmek üzere olmama potansiyelinin) derinliğiyle ölçülür.

Buradan bakıldığında özgürlüğün köklerinin potansiyelliğin derinliğinde (aynı zamanda uçurumunda)[iii] bulunabildiğini görmek de olasıdır. Özgür olmak ne basitçe şu ya da bu şeyi yapabilme ne de tersinden bir şeyi reddetme gücüne sahip olmak anlamına gelir. Özgür olmak, bizim kavradığımız anlamda, kendi potansiyelsizliğine sahip olmak, kendi yoksunluğuyla ilişkide kalmaktır. Özgürlüğün iyiye ve kötüye aynı anda açılabilir olmasının nedeni tam da budur.

Potansiyelsizlik Edimi

O halde potansiyelsizlikle potansiyellik ya da olmama potansiyeliyle olma potansiyeli arasındaki ilişki nedir? Potansiyellik hep bir potansiyel yokluğuna karşılık geliyorsa nasıl mevcut olabilir? Olmama potansiyelinin gerçekleşmesini varsayabilmek nasıl mümkün olacaktır? Piyano çalabilme potansiyelinin gerçekleşmesi bir şarkının piyanoyla icra edilmesidir; peki çalmama potansiyelinin gerçekleşmesi nasıl varsayılabilir? Düşünmeye dair bir potansiyelin edimselliği şu ya da bu şeyi düşünmektir; peki ya düşünmeme potansiyelinin edimselliği nedir?

Aristoteles’in bu soruya verdiği yanıt keskin zekâsına şahitlik de eden kısa ve öz iki satırda saklıdır. Bununla beraber, felsefe geleneği içerisinde Aristoteles’in söz konusu ifadeleri neredeyse tamamen gözden kaçırılmış ya da yanlış anlaşılmıştır. Aristoteles şöyle yazar: “Potansiyel, gerçekleştiği zaman, potansiyelsiz ya da olmama potansiyeline sahip hiçbir şeyin kalmayacağı şeydir” (esti de dynaton touto, hoi ean hyparxei he energeia ou legetai ekhein ten dynamen, ouden estai adynaton) (Metafizik, 1047 a 24-26). Bu cümle çoğunlukla Aristoteles sanki şunu demek istiyormuş gibi yorumlanır: “Olanaklı (ya da potansiyel) olan, karşısında hiçbir şeyin imkânsız (ya da potansiyelsiz) olmadığı şeydir. İmkânsız olmayan şey mümkündür”. Ve böylece o sıradan bir önermeyi ya da bir totolojiyi dillendirmekten başka bir şey yapmıyormuş gibi gözükür.

Bunun yerine biz metni bütün zorluğu içinde kavramayı deneyelim. Gerçekleştiğinde olmama potansiyeline sahip hiçbir şeyin kalmayacağı bir potansiyellik nedir? O, biraz önce gördüğümüz gibi, her dynamis’e ait olan bir adynamia’dan başka bir şey değildir: olmama ya da yapmama potansiyeli. O halde Aristoteles’in şunu önerdiğini rahatlıkla varsayabiliriz: Eğer olmama potansiyeli her potansiyellikte içerilmiş bulunuyorsa, hakiki bir potansiyellikten ancak olmama potansiyelliğinin edimselliğin gerisinde kalmayıp onu bu biçimiyle bütünüyle geçtiği yerde bahsedebiliriz. Bu, onun, edimselin içinde yok olacağı anlamına gelmez; tersine, bu biçimiyle kendini edimsel içinde muhafaza etmektedir. Dolayısıyla, gerçek anlamda potansiyel olan, kendi olmama potansiyelinin hepsini bu biçimiyle edim içinde sürdürebilendir.

Kurtuluş ve Armağan

De Anima’dan Aristoteles’in düşüncesini en iyi şekilde tanımlayan ve Orta Çağın mistik Aristoteles’ini de bütünüyle temsil eden bir pasajla bitirebiliriz. Aristoteles “katlanmanın basit bir terim olmadığını” savunur:

“[Katlanmak, çile çekmek] potansiyelin bir anlamda karşıt ilke aracılığıyla kesin bir yok oluşu, başka bir anlamda ise gerçekleşmiş (edimsel) olan şey tarafından muhafazasıdır [sōtēria, kurtuluş]… Zira bilgi ve beceriye [potansiyellikte] sahip olan, onu gerçekleştirilmiş (edimsel) olarak tasarlayabilen kişi haline gelmiştir; bu ya bir dönüşüm değildir –zira burada salt kendinin kendine ve edimselliğe bir armağanı söz konusudur [epidosis eis auto]- ya da farklı bir biçimde dönüşümdür”.[3]

Edimselin içinde iptal olan geleneksel potansiyellik fikrinin aksine, burada edimsellikte de kendini koruyan ve muhafaza eden bir potansiyellik fikriyle karşı karşıyayız. Potansiyellik, burada, deyim yerindeyse, edimi hayatta tutmakta ve bu yolla da kendini kendine vermiş olmaktadır.

 

 

 

 

İlk kez Bibliotech dergisinin 15. Sayısında yer alan bu çeviriyi gözden geçirilmiş haliyle yeniden yayımlıyoruz.

[Kaynakça notu: Agamben, G. (1999), “On Potentiality”, Potentialities: Collected Essays in Philosophy içinde, California: Stanford University Press, der. ve çev. Daniel-Heller Roazen, s. 177-184]


[1] Aristoteles, De anima, 417 a 2-5; Yunanca metin Aristotle in Twenty-Three Volumes içinde, cilt. 8: On the Soul. Parva Naturatia, On Breath. çev. W. S . Hett (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1986), s. 94.

[2] A.g.e.., 425 b 15-25; s. 146

[3] A.g.e., 417 b 2-16; s. 98.


[i] Batı dillerinde ayrı bir yardımcı fiille (can, kann, potere, vs.) karşılanan bu durumu bilindiği gibi Türkçede fiile getirilen bir ekle (-abilmek, –ebilmek) ifade edebilmekteyiz. Söz konusu yardımcı fiiller, bu makalenin de sorun alanını oluşturacak biçimde, farklı bağlamlarda “muktedir”, “yetkin” ya da “ehil olma”yla karşılanabilir  [ç.n].

[ii] Impotentiality’yi, Ahmet Arslan’ın Metafizik çevirisinde yaptığı gibi “güçsüzlük, kuvvetsizlik ve imkânsızlık” olarak karşılamak (bkz: Aristoteles (1996), Metafizik, İstanbul: Sosyal Yayınlar, çev: Ahmet Arslan, s.395) Agamben’in bütün makalesi boyunca potansiyelliğin varlığıyla yokluğu arasında kurmaya çalıştığı ilişkinin özgünlüğünü es geçmek anlamına gelecekti. Bu yüzden impotentiality’yi İsmail Türkmen’in Agamben çevirisinde olduğu gibi (bkz: Agamben, G.(2001), Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, çev. İsmail Türkmen, s. 64-65) farklı bağlamlarda ‘potansiyelsizlik’, ‘potansiyelliğin yokluğu’ ve ‘olmama potansiyeli’ gibi ifadelerle karşılamayı daha uygun gördük [ç.n.].

[iii] Burada kullanılan abyss sözcüğünün hem ‘derinlik’ hem de ‘uçurum’ anlamına geldiğini hatırlatmakta fayda var [ç.n.].