Nadide Çiçekler’in Düşündürdükleri: “Aldatan Erkek” ve “Aldatılan Kadın” Kavramları Üzerine

Geçen hafta, Pembe Hayat Queer Film Festivali kapsamında izlediğim bir film, bir süredir paylaşmakta tereddüt ettiğim bazı düşünceleri yazmam için beni harekete geçirdi. İşte başlıyorum. Bütün bahsedeceklerim aslında politik bir mücadelenin kendi değerinin farkına varamaması ve bunun onu yavaş yavaş içeriden kemirmesi üzerine. Aklımdakilerin ne kadarını yazmayı başarabileceğimi bilmiyorum. Ama öncelikle bu fikirleri ifade etmenin benim için cesaret isteyen bir şey olduğunu söylemek isterim. İşte bana bu içeriden kemirilme durumunu düşündürten şey biraz da eleştireceğim tutumu benimseyenlerin, eleştirel düşüncenin savunulmasını destekleyen politik tutumlarına rağmen kimi zaman yeterince eleştiriye açık olmadıklarını ve bunun benimkiyle de örtüşen kendi politik tutumlarına zarar veriyor olduğunu düşünmem. Hala geveliyorum lafı…

Festivalde izlediğim film, şair Elizabeth Bishop’un yaşamından bir kesiti anlatan 2013 tarihli Brezilya yapımı “Flores Raras” ya da Türkçe çevirisiyle “Nadide Çiçekler”. Film, Elizabeth’in lise arkadaşı Mary’yi ziyaret etmek için gittiği Brezilya’da, Mary’nin sevgilisi Lota ile yaşamaya başladığı aşk ve bu aşkın üçünü de nasıl etkilediği, hayatlarına neler kattığı ve hayatlarından neler götürdüğü üzerine. Lota, Elizabeth’e aşık olur; ancak Mary’yi de çok sevmektedir. Her ikisinin de hayatında olmasını ister.

Bu isteğini, Elizabeth’e aşkını; Mary’ye ise her zaman istemiş olduğu aile kurma ve çocuk büyütme seçeneğini sunarak, bir bebek evlat edinerek gerçekleştirir. Böylece hem Elizabeth hem de Mary, Lota ile birlikte onun büyük ve cennetvari arazisinde, birbirleriyle neredeyse hiç ilişkilenmeden –nadir karşılaşmalarda da hoşnutsuzluklarını gizlemeden- yaşamaya başlar. Her iki ilişki de yer yer mutlu, yer yer mutsuz, arada bizi saran, sıkıştıran çelişkileri ile hepimizin yaşadığı ilişkiler gibidir. Bu ayrı ama birlikte yaşam, Elizabeth New York Üniversitesi’nde ders vermek üzere New York’a gidinceye kadar, yaklaşık 15 sene devam eder.

Filmden yola çıkılarak ilişkilerin doğası, tek eşli ilişkilerin mümkünlüğü, insanın kendinden ne kadar kaçabileceği, özgüven eksikliğinin üstesinden gelmede aşkın rolü gibi pek çok tema üzerine yazılabilir. Ancak ben filmi, yakın zamanda sol kamuoyunda tanınan bir erkeğin bir kadınla bir süre boyunca[1] samimi bir ilişki geliştirmesi ve sonra “hayatında başka birisinin” olduğunu söylemesi üzerine kopan tartışmanın eşliğinde izledim. Elbette bu olayın filmde izlediğim aşk ve dostlukla bezeli ilişkilerle benim bildiğim kadarıyla bir benzerliği yok. Ama feminist hareketin içinden bazı kadınların bu olaya ilişkin verdikleri tepkinin bir benzerini, queer film festivali kapsamında izlediğim film karşısında bildiğim kadarıyla göstermemiş olmaları ve filmi sakinlikle karşılamaları, daha fazla sessiz kalmayı dayanılmaz hale getirdi.

Sosyal Medyada Gerçekleştirilen Bir İfşa ve Yarattığı Tartışmalar Üzerine

Daha çok sosyal medya üzerinden gerçekleşen söz konusu tartışmada pek çok şey söylendi. Bu söylemlerin feminizmin temel bazı eleştirileriyle ve hedefleriyle uyumsuzluk içinde olduğunu düşünüyorum. Bir politik görüşle uyumsuzluk içinde olmak şaşırtıcı bir şey olmadığı gibi kötü bir şey de değildir. Ancak bu uyumsuzlukların eril politikalarla, cinsiyetçilikle ve ahlakçılıkla örtüştüğü noktalarda tehlikeli sonuçlar yaratabileceğinin de farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Başlarken mutlaka ifade etmem gereken diğer bir nokta ise ilişkilere ilişkin yaptığım saptamaların kendi çevremde gerçekleşen ilişkilerle sınırlı bir geçerliliği olduğu. Söz konusu olay vesilesiyle fark ettim ki olayın tarafları ve tartışmaya katılan diğer kişiler de benimle aynı çevreyi paylaşıyor.

Aslında taraflarını daha fazla incitmemek için bu tartışmaya temel oluşturan olaydan bahsetmekten olabildiğince kaçınmak istiyorum. Keşke bütün bunları daha soğukkanlı bir zeminde konuşabilseydik. Ancak bir şekilde artık olan oldu, etrafa saçılan saçıldı ve bunlar olmamış gibi ve ben sanki şimdi durup dururken bu konuda bir şey yazıyormuşum gibi bir ikiyüzlülüğe düşmek de istemiyorum.  O nedenle isim vermeden ve mümkün olduğunca olayı sadece tartışmanın zemini olarak kullanarak başlamak istiyorum. Herkese açık olarak paylaşılan bir facebook iletisindeki ifadelerden yola çıkılarak[2] bir kadınla, ona hayatında birisi olduğunu beyan etmeden, anladığım kadarıyla üç gün boyunca bir samimiyet içine giren -bu samimiyet bahsi geçen facebook iletisinde sohbet etmek, dostluk kurmak, birbirine fantazilerini anlatmak, içki içip yatağa girmek, oynaşmak ve öpüşmek şeklinde ifade ediliyor- bir erkek, ya bu nedenle ya da hayatındaki kişiye “rağmen” üç gün boyunca bir başka kadınla iletide bahsedilen nitelikte bir ilişki kurduğu için  “aldatan” erkek olarak mimlendi. Üstelik bu erkek solcular arasında da tanınan birisi olduğu için, bu “aldatma” eylemi bir de bu nedenle katmerli bir kötülüğe dönüştü. Bu erkeğin solcu olmasına yapılan vurguyu hem yukarıda alıntıladığım facebook iletisinde hem de tartışmaya dâhil olan diğer kişilerin çoğunun yorumunda görmek mümkün.

Bu solcu erkeklerin yeri gelince mangalda kül bırakmadan savundukları feminist argümanlara rağmen hayatlarında ne kadar ikiyüzlü bir şekilde davrandıkları, uçkurlarından başka bir şey düşünmedikleri, entelektüelliklerini kullanarak kendilerine bir harem yaratmak istedikleri, asla feminist olamayacakları gibi gerçekten solcu dahi olmadıkları yolunda pek çok itham birdenbire bu erkeğin özelinde tüm solcu erkeklerin üzerine atıldı. Bu kişinin panikle ve bana kalırsa biraz da zavallıca bir şekilde dilemiş olduğu özür ise[3] bazı feministler tarafından “ataerkinin ne olduğunu şimdi birden mi öğrendin”, “bir de utanmadan bizim feminist argümanlarımızı bize karşı kullanıyor” gibi karşı çıkışlarla yok sayıldı.

Bütün bunları okuyunca bu olayla ve taraflarıyla ilgili herkes ne kadar çok şey biliyormuş da ben bilmiyormuşum diye düşündüm. Topu topu 235 kelimelik bir facebook paylaşımı üzerine ne bu erkeği ne hayatında olduğunu söylediği kişiyi ne de bu facebook paylaşımını yazan kadını tanıyan ve çoğu bu kişilerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmeyen insanlar, birdenbire olayın bir aldatma olduğunu, erkeğin kendisine harem kurmaya çalıştığını, ismini kullanarak kadınları ağına düşürdüğünü falan söylemeye başladı. Sanki kadınlar ağa düşürülecek akılsız böceklermiş, ancak haremdeki cinsel arzu nesneleri olabilirlermiş ve bir erkekle olan ilişkilerinde üstlenebilecekleri tek rol aldatılmış kadın rolüymüş gibi. Bunlar feminizm adına yapılan eleştirilerdi. Pardon, feminizm tam da kadınlara ve onların bedenlerine, arzularına böyle yaklaşılmasın diye mücadele etmiyor muydu?

Ben bahsi geçen erkeğin adı anılarak yazılan facebook iletisini gördüğümde iletiyi paylaşan kadının yaşadığı üzüntüyü çok içimde bir yerde hissettiğimi düşündüm. Bu üzüntü benim için esas olarak bir çeşit hayal kırıklığına dayanan bir üzüntüydü. Bana bir şeyler vaat edildiği zaman ya da ben bana bir şeylerin vaat edildiğini düşündüğüm zaman, sonradan bu vaatlerin gerçekleşmediği ya da ortada bir vaadin olmadığını anladığım durumlarda yaşadığım hayal kırıklığının yarattığı üzüntüden bahsediyorum. O iletiyi okuyan kadınların ve erkeklerin pek çoğu da muhtemelen daha önce benzer üzüntüleri yaşadıkları için bir özdeşlik kurmuşlardır diye düşünüyorum. Daha önce böyle bir üzüntünün bu şekilde geniş bir kamusal alanda ifşa edildiğine rastlamadım. Ama benzer bir üzüntüyle yakın bir arkadaşım gidip arabasının tekerini patlatmıştı kendisini üzen adamın. Bunlar harika davranışlar değil ama hiçbirimiz de robot değiliz. Politik doğruculuk adına duygularımızı bastırmamız gerekmediği gibi, bu tür bir duygu bastırması benim feminizmden anladıklarıma tamamen ters olurdu. Dolayısıyla zaman zaman öfke patlamaları yaşarız, cinsel arzu patlamaları yaşadığımız gibi. Ve zaman zaman bu patlamaların sonucunu da o anda hesaplayamayız veya hesaplasak da kendimizi patlamaktan alıkoyamayız. İyi ki de!

İşte iletiyi ilk okuduğumda her ne kadar sosyal medya bizi sürekli bir “itiraf etme”ye güdülüyor olsa da itiraf etmede ve bunu bir ifşaya çevirmede bu kadar ileri gitmenin doğru olmadığını ve hem itiraf eden kadını hem de pek çoğumuzu tehlikeli ve güvenilmez bir durum içine sokacağını düşündüm. Çünkü sözüne daha itibar edilenlerin karşısında daha zayıf konumda bulunanların itiraflarının değersizleştirilip yalan kabul edileceğini öngörüyor ve zaten ikili ilişkilerde sürekli yaşanan bu durumun geniş bir kamusallıkta gerçekleşmesinin bu zayıf konumda bulunanlar açısından daha yıpratıcı olacağından çekiniyorum. Öte yandan ben de zaman zaman öfkeme ya da üzüntüme kendimi kaptırıp sonradan yanlış olduğunu fark ettiğim adımlar attığım ve bu yanlışlarım için mümkün olduğunca özür dilemeye çalıştığım için, söz konusu iletiyi paylaşan kadının da çevresindekilerin desteğiyle sakinleşeceği ve kendini daha iyi hissedeceği bir zamanda belki de bu iletiyi silebileceğini ve yeterince güçlenebilirse adını andığı kişiden özür bile dileyebileceğini düşündüm.

Bunun yanı sıra paylaşımı gerçekleştiren kadının kısacık iletisinde kullandığı bazı kavramlar, onunla feminizmin ortak paydasını paylaşıyor olduğumuzu düşündürttü. Bu durumda bu tür bir özür benim açımdan iyice kaçınılmaz hale geliyordu. Sonuçta feminizm kadınları birbirinden koparan, birbirlerinin ve kendilerinin rakibi haline getiren ataerkiye karşı kadın dayanışmasını güçlendirmeyi önemser. Bu ileti ise hedef aldığı erkeğin tek eşli bir ilişki içinde yaşadığını ve bunu gizleyerek başka ilişkiler kurduğunu ima ediyordu. Dolayısıyla yapılan ifşa bu ilişki içinde düzenli olarak kandırılan bir kişinin var olduğunu da içeriyor; ancak bu kişinin duygularına ilişkin bir ifade içermediği gibi, ifşanın onun haberi dâhilinde yapılmadığı da anlaşılabiliyordu. Bu durumun kadın dayanışmasından çok uzak bir tutum olduğu bana göre kesindi ve bu er ya da geç fark edilecekti.

Oysa tartışmayı takip edenlerin bildiği üzere ve yukarıda da bir kısmını aktardığım gibi, olaylar hiç böyle ilerlemedi. Bazı feminist kadınlar bu paylaşımı “özel olan politiktir” yaklaşımı çerçevesinde değerlendirdi. Bu sırada bu tartışmanın “aldatan” erkek ve onun çevresi için, hiç sesi çıkmayan “hayatındaki kadın” için ne gibi sonuçlar doğuracağı, bu kadının sesinin neden çıkmadığı, yazılanlardan söylenenlerden nasıl etkileniyor olduğu, ortada bir kötülük varsa bile ifşanın sonuçlarının bu kötülükle orantılı olup olmadığı hiç konuşulmadı bile. Solcu erkeklerle ilgili olarak yaşanan tüm olumsuz deneyimlerin tamamı bu bir tek erkeğe yüklenerek bir çeşit yapay yüzleşme yaşandı. Söylenenlerin başka ilişkilerden edinilen deneyimlerle ilgili olduğunu düşünüyorum; çünkü pek çok yargı varsayımlara dayanıyordu. Bu erkeğin tek eşli bir ilişki içinde yaşadığı varsayıldı, hayatındaki kişinin kadın olduğu varsayıldı, düzenli olarak hayatındaki kadın dışındaki başka kadınlarla hayatında birisi olduğunu gizleyerek birlikte olduğu varsayıldı, dahası hayatında birisi olduğunu “gizlediği” varsayıldı sanki birisiyle tanışır tanışmaz önce tüm yaşam öykümüzü, ilişki durumumuzu anlatırmışız ya da anlatmamız gerekirmiş gibi.

Nadide Çiçekler adlı filmi izlerken bütün bu ithamların Lota’ya karşı da geliştirilecek olduğundan şüphe ettim. Bir kadının bir erkeği feministlerin destekleriyle her zaman ifşa edebileceği ama bir erkeğin bir kadını ifşa ettiğinde karşısında feministleri bulacağı yollu facebook iletilerinden anladığım kadarıyla –bunu bazı feministlerin lezbiyen ilişkileri yok saydığı olarak mı yoksa lezbiyen ilişkilerde yaşanabilecek toplumsal cinsiyet temelli sorunların feminizmin alanına girmediği olarak mı anlaşılması gerektiğini bilmiyorum- Lota’nın aşkı uğruna Mary’nin duygularını “birdenbire hiçe sayması” ve bir de üstüne Mary’yi yanında tutmak için “annelik” duygularını “kullanarak” onu bir bebek aracılığıyla kendine “bağlaması”, Lota bir kadın olduğu için asla harem kurma eleştirileriyle karşılaşmayacak. İtalik içinde kullandığım ifadeler de bu durumda bir başka erkek için kullanılmak üzere rafa kaldırılacak. Çünkü aslında hepimiz filmdeki üçlü ilişkiyi böyle kestirmeden ifadelerle kavrayamayacağımızı ve Lota’yı da bunlardan yola çıkarak kolayca suçlayamayacağımızı biliyoruz. Bence yine aynı şekilde, bahsettiğim facebook tartışmasına konu olan erkeğin de sırf elimizdeki küçücük bilgiye dayanarak ona yöneltilen suçlamaların tamamını hak etmediğini bildiğimiz gibi. Çünkü tıpkı filmdeki ilişkide gördüğümüz gibi, insan ilişkileri karmaşık ve incelikli bir yapıya sahip ve bu ilişkiler içlerinde pek çok çelişkiyi, açmazı, doğruyu, hatayı barındırıyor.

Kadınların Bugünü, Bugünün Kadınları

Görmekten kaçamayacağımız bir şey var. Feminist hareket, kadınların mücadelesi –evet, Avrupa’da gerçekleşen cinsel devrim (ne demekse artık) bizi tatmin etmemiş ya da Türkiye’ye aynı dönemde yeterince etki etmemiş olabilir ama- pek çok kazanım elde etti. Bu kazanımlar, feminist hareket yüzünü kadınlara ve kadınlık durumlarına döndüğü için, daha çok kadınlar özelinde gerçekleşti. Kadınlar güçleniyor, güçlendi. Her sınıftan kadın için bu güçlenme başka şekillerde gerçekleşti ve gerçekleşiyor.

Devletin ve sermayenin cinsiyet ayrımcılığına dayanan ücret politikaları oldukça azaldı, olanlar ise çoğunlukla gizlenmek zorunda kalmış durumda. En azından Avrupa ülkelerinde kadınların doğum izni hakkı yasallaştı, erkeklerin de aynı hakka sahip olmaları için mücadele veriliyor. Erkeklere bebeklere bakabilmeleri için doğum izni verileceğini, dahası bunu erkeklerin bizzat mücadele ederek talep edeceğini 50 yıl önceki çalışan anneler ya da babalar tahmin edebilir miydi? Bugün gazetelerde Fransa’da kürtaj yasasında yapılan değişiklikle kadınların kürtaj olmaları için tıbbî sebeplerin gerekmediği, kendi istekleri doğrultusunda kürtaj olabilecekleri yönünde düzenleme yapıldığını okuduk. Eşcinsel evlilikleri tanıyan Avrupa ülkelerinin sayısı giderek artıyor. Eşcinsel ilişkileri suç kabul eden ülkeler tarihe karışıyor. En son Kıbrıs’tan bu yönde haberler geldi. Boşanma oranları o kadar yükseldi ki aile kurumunun şekil değiştirdiğinden bahsediliyor. Feministlerin istediği gibi henüz ortadan kalkmadı ya da ataerkil içeriğini yitirmedi bu kurum ama var olduğu haliyle de devam edemiyor. Boşanmak isteyen ve boşanma davası açan kadınların sayısında müthiş bir artış var. Bu artış dolayısıyla kadına yönelik şiddet haberlerinin çoğu, birlikte olduğu erkekleri terk eden kadınların maruz bırakıldıkları şiddet haberlerinden oluşmaya başladı son zamanlarda. Erkekler bir şeylerin ellerinden kaydığının farkında. Çevremizde rızaya dayalı çok eşli ilişki deneyimlerini daha sık duyar olduk. Orta sınıf kentli kadınlar cinsel ilişkiye girmek için evlenmeyi beklemeleri gerektiğini düşünmüyor artık. Barlar birbiriyle ya da erkeklerle kurlaşan, kimi gecelik cinsel arzularını tatmin etmenin arayışında olan kimi kalıcı bir ilişki peşinde koşan, özgürce dans eden, sarhoş olan kadınlarla dolu. Arzularımızı keşfetmemiz gerektiğini ve onlara daha çok kulak vermemiz gerektiğini feminizmden öğrendik.

Diğer taraftan dikkatli bakanlar erkeklikle yüzleşmek için çeşitli çabalar içinde olan erkeklerin ve grupların da sayısının giderek arttığını görebilir. Eleştirel Erkeklik İncelemeleri İnisiyatifi’nin (böyle bir oluşum var mesela Türkiye’de!) 1 Şubat’ta İstanbul’da “Görsel Kültür ve Erkeklik” başlıklı bir atölye gerçekleştireceğini birkaç gün önce öğrendim. Sık sık bu tür atölye çalışmalarının, erkeklik çalışmaları kapsamında yazılan yazıların çevirisi için oluşturulan grupların, erkeklerin “bilinç yükseltme” gruplarının, erkekliğe karşı sokak eylemleri için kurulan inisiyatiflerin çağrılarını görüyorum.

Bütün bunlarda en büyük pay feministlerin değil de kimin? Elbette her güzelliğin ardından mecburmuşuz gibi mutlaka olumsuzluklardan bahsetmek gerektiğini de öğrendik. Bunlardan bahsetmezsem görmezden gelmekle suçlanacağımı düşünerek feminist mücadelenin halihazırda ilgilendiği sorunlara da değineceğim. Evet, daha gidecek çok yolumuz olduğunu biliyorum. Kadınlar her gün şiddetin çeşitli biçimlerine maruz kalıyor; kadına yönelik şiddette bir artış olduğu söyleniyor. Hala emeğin yeniden üretimi kadınların üzerinden yürüyor. Ev içi emek hala çoğunlukla kadınların işi olarak görülüp değersizleştiriliyor ve ücretlendirilmiyor. Namus kavramı hala kadınların cinsel arzularına yönelmiş büyük bir tehdit. Sinemada, reklam sektöründe, üçüncü sayfa haberlerinde kadınların nesneleştirildiğini, aşağılandığını görüyoruz hala. Duygusal istismar bütün yıpratıcılığıyla hayatımızda. Bunların ve daha pek çoğunun farkındayım.

Ama işte kadınların gümbür gümbür geldiklerini, giderek daha güzel zamanlar yaşadığımızı da görüyorum. Oysa feminist harekete baktığımda genel olarak bu kazanımların görülmediğini, hak ettikleri değere kavuşamadıklarını fark ediyorum. Politika yaparken benimsenen söylemlerde geçen zaman ve gerçekleşen somut değişikliklere rağmen pek fazla bir değişiklik yok. Yukarıda bahsettiğim olaya verilen tepkiler bunun doğrudan kanıtı bana kalırsa. Açıklıkla ifade edebilirim ki çevremdeki kadınların çok eşli ilişkiler yaşamak konusundaki çelişkileriyle ya da hevesleriyle erkeklerinkiler büyük farklılık taşımıyor. Çevremdeki tek eşli ilişki yaşayan kadınların başka birisiyle birlikte olma olanakları ya da oranları erkeklerinkinden az değil. Kalıcı, düzenli ilişkiler kurmak isteyen ama böyle ilişkilere açık kadınlarla karşılaşamadıklarından yakınan pek çok erkek var. Tek gecelik ilişki yaşama oranlarına ya da buna açıklığa baktığımda erkekler lehine bir durum yok. Bu ilişkilerden yıpranma durumu ise yine sık sık çift taraflı. “Aldatılan” konumunda olmak her iki cinsiyet için de çok üzücü. Aldatılmak ya da tek gecelik ilişkilerden sonra hayal kırıklığına uğramak daha çok kadınları üzüyorsa burada erkeklerden kaynaklanan değil -aşağıda daha ayrıntılı değineceğim- eril, cinsiyetçi kültürden kaynaklanan bir sorun var.

Bu davranışların tamamı ya da bazıları kimi insanlara doğru gelmeyebilir. Ancak kimse ahlakını bir başkasına hele de bir politik düşünce adına dayatamayacağı gibi ahlaken yanlış bulunan her şeyi erkeklere ve erkekliğe yüklemek de bir feminist olarak benim kabul edemeyeceğim bir şey. Erkekliğin eleştirilmesi için, ataerkinin yok olması gerektiğini savunmak için, onları karşılaştığımız bütün kötülüklerin kaynağı ilan etmeye gerek yok. Bu mücadelede elimiz zaten yeterince güçlü feministler olarak. Bu tür suçlamalar ya da günah keçisi ilan etmeler bazı feministlerin feminizmi erkek düşmanlığı olarak algılayıp algılamadıklarını sorgulatıyor. (Belki de bazı feministlerin kendilerine yöneltilen bu ithamda doğruluk payı olup olmadığını düşünmeleri gerekiyor.) Bu durumun yine bir çeşit cinsiyetçilikten kaynaklandığını ve bu cinsiyetçiliği besleyen sonuçları olduğunu düşünüyorum. Kadınlar ile erkeklerin birbirlerine düşman olması, birbirleriyle iletişim kurmamaları, bir araya gelmemeleri ataerkiyi besleyerek güçlendiriyor. Dolayısıyla ataerkiyle mücadelenin zayıflamasında feminist hareketin erkekleri dışlayan ve onları erkeklikleriyle yalnız bırakan yapısının da payı var. Ancak bu başka bir yazının konusu olacak denli uzun uzadıya tartışılması gereken bir mesele.

Bahsettiğim “aldatma” olayına bazı feministlerce verilen tepkinin bir başka dikkat çekici yanı ise bu feministlerin “aldatma” karşısındaki tavırlarının kadın bedenini dokunulmaz/kutsal kılmak yoluyla cinsiyetçilikle ve ataerkil kültürle ne kadar örtüşen bir tavır içinde olduğu. Aldatmaya dair feminist bir tavır nasıl geliştirilebilir sorusuna tüketici bir yanıt veremeyeceğim. Ancak söyleyebileceğim bazı şeyler var. Bu konuda feminist tutumun, bir tek eşli ilişkinin taraflarından birinin bir başkasıyla birlikte olmasının kınanması gerektiğini söyleyen ahlakçılığı benimsemek yerine, bunun neden bu kadar üzücü ve kötü bir şey olarak algılandığına yani cinsellik ve bedene dair algılara odaklanmak olduğunu düşünüyorum. Benimle birlikte olan birisinin bir başkasıyla sevişmesi neden bu kadar yıkıcı bir durum? Ya da benimle sevişen birinin aslında başka biriyle birlikte olduğunu öğrenmek beni neden bu kadar üzer? Benimle bir ilişki yaşayacakmış gibi bir izlenim edindiğim birisinin bundan vazgeçmesi çok mu kabul edilemez ve anlaşılamaz? Burada beni üzen, ilişkinin bedenimi paylaşma noktasına varması, bedenimden bir “fayda” elde edildiği düşüncesi midir? Bu “fayda” nedir ve bu “fayda”yı neden erkeklerin elde ettiği düşünülür?

Elbette bedenimiz özeldir, sevişmek bizim için her zaman (ya da çoğunlukla) “sadece” cinsel birleşme anlamına gelmeyebilir. Öte yandan aldatılmaya verilen tepkilerin ardında kadın bedenini özel, dokunulmaz, kırılgan olarak mimleyen ve bu yolla da onu bir çeşit “korumaya” alan bir düşünce olduğunu düşünüyorum. “Sevişmek nedir ki alt tarafı yemek içmek gibi bir şey” algısının karşısında sevişmeye yüklenen bir kutsallık duruyor. Bu tür kutsamalar kadınların taciz ve tecavüz sonrasında yaşadıkları ruhsal sarsıntıları kuvvetlendiriyor. Bunda ne var demiyorum ya da bu sarsıntıyı tabii ki anlıyorum ama toplumsal olarak kadın bedeninin namusun kaynağı olarak görülmesi ile cinselliğe, bedenimize yüklediğimiz bu derin anlamda bir örtüşme olduğunu ve feministlerin örtüşmeyi devam ettirecek argümanlara karşı daha temkinli olmaları gerektiğini savunuyorum. Aldatılmanın çok da vahim bir şey olmayabileceğini, bu durumu ağır yaşıyor olmamızın bir öğrenilmişlikle alakalı olduğunu ve mağduriyet sarmalından kendimizi çıkarmaya çabalamak gerektiğini, aldatılmanın sık sık gerçekleşen olağan üzücü şeylerden biri olduğunu, yalnızca kadınların değil erkeklerin de aldatıldığını, bunun kadın olmakla alakalı bir şey olmadığını, aldatan erkeğin uçkur meraklısı, aldatılan kadının başarısız, öteki kadının ise yozlaşmış ya da kullanılmış bir kadın olduğu algısının gerçekçi olmadığını görebilmek gerekiyor.

Aldatmanın ya da aldatılmanın ne demek olduğunu kağıt üzerine tanımlamanın kolay olmadığını düşündüğüm gibi somut durumlarda da kimin ne zaman aldattığını ya da aldatıldığını tespit etmek bana kolay gelmiyor. İnsanların duyguları zaman içinde ya da bir vesileyle birdenbire değişemez mi?  Bir şeyin beklentisi içine girdiğimizde ve beklentimiz her gerçekleşmediğinde aldatılmış mı oluruz? Ya bizi aldattığını düşündüğümüz kişi hiç de öyle bir iradeyle davranmadıysa ve gerçekten de biz o konuda fark etmeden fazlaca hassas davrandığımızdan ya da dönemsel bir “açlık” içinde olduğumuzdan kendimizi bir beklenti içine sokmuşsak? Kaldı ki bu tür durumların kişi tarafından keşfedilmesi de genellikle pek kolay olmaz ve suçlamak her zaman daha kolaydır.

Her halükarda bir aldatma/aldatılma ilişkisinin bedensel paylaşımlara indirgenmesini tehlikeli ve ahlakçı bir tutum olarak görüyorum. Bir somut olayın görünüşüne bakarak detaylarını bilmeden ortada bir aldatmanın ya da aldatılmanın olduğunun kolayca tespit edilebilir bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu kolaycılığın, genellikle aldatmanın tek eşli bir ilişkide diğer tarafın rızası ya da haberi olmadan bir başkasıyla sevişmek olarak tanımlanmasıyla mümkün olduğunu biliyorum.

Yazıda bahsettiğim tartışmada da olayın biraz bu şekilde değerlendirildiğini, sadece sonradan cayılan bir dostluk vaadi söz konusu olsaydı kimsenin böyle bir tartışmaya girişmeyeceğini düşünüyorum. Bu sonuca ifşa sürecini başlatan kadının söz konusu erkeğe ilişkin “gizli çok eşlilik”, “tek eşliliğin kaymağını yemek”, kendisinin “üçüncü kadın” konumuna konulduğu gibi ifadeleri ve tartışmayı sürdüren diğer kadınların çoğunun “harem kurma”, “uçkur merakı”, “kadın bedenini kullanma” gibi ifadeler kullanmaları dolayısıyla varıyorum. Herhalde burada bahsedilen arkadaşlık, dostluk vaadinde bulunup “hayatımda biri var” denmesi değildi. Üstelik erkeğin tek eşli yaşadığını söylediği ima edilmiyor bu iletide, varsayılıyor. İlişkiyi sonlandırması için başka bir sebebi olabileceği ama kolayına kaçıp ya da bizim tahmin edemeyeceğimiz bir sebeple “hayatımda biri var” demiş olabileceği ihtimali ve yalnızca bununla sınırlı bir kandırmanın var olabileceği göz ardı ediliyor. Yukarıda getirdiğim ahlakçılık, cinsiyetçiliğe ve ataerkil kültürden etkilenerek yargılara varma, var olan namus algısını besleme gibi eleştiriler bu çerçevede de değerlendirilmeli. Fakat bu söylediklerim kendisini ne şekilde olursa olsun “aldatılmış” hisseden birisinin hissedeceği acıyla ya da “aldatan” kişi olmanın yaratacağı suçlulukla alakası olmadığını; bunları hafife almak anlamına gelmediğini de özellikle belirtmek isterim.

Feminist hareket güçlendikçe, kadınlar güçlendikçe feministlerin attığı adımların sonuçlarını hesaplamaları daha da önem kazanıyor. Artık somut sonuçlar doğurabilen, etkili bir feminist hareket var ve ne istediğimiz, ne yapacağımız, ne tür yöntemler benimseyeceğimiz konusunda daha çok tartışmaya ve netleşmeye ihtiyacımız var. Bu çerçevede ifşa etmenin feminist bir yöntem olup olamayacağı ya da daha doğru bir ifadeyle ne zaman feminist bir yöntem olacağı, feminist hareketin erkekler ya da feminist olmayan kadınlar üzerinde bir korku yaratmayı mı hedeflediği, feministlerin ifşa tehdidiyle erkekleri “yola getirmek” mi istediği gibi sorular bu yazıda ele almaya çalıştığım tartışmadan yola çıkılarak yanıtlanmaya çalışılabilecek sorular. Bunlar belki başka bir yazının konusu olabilir ancak şimdiden söyleyebileceğim bir şey daha var.

Feminist hareketin içinde yer alan pek çok kadının feminizmin genel kabullerini sorgulayanları değersizleştirerek yok saymasından ve bu yolla kendisini eleştiriye kapatarak feminist hareketin sahip olduğu gücü bu eleştirilerin ifade edilmesinin önünü kapatmak için kullanmasından rahatsızım. Bu yazıyı yazmakta tereddüt etmemin nedeni büyük ölçüde budur. Feminist bir kadın olarak duyduğum bu tereddütün erkek arkadaşlarım tarafından çok daha güçlü bir şekilde bir tür korku şeklinde hissedildiğini, bu kişilerin feminizme katkı sağlayabilecek görüşlerini bu korku nedeniyle ve bazı feministler tarafından toplumsal cinsiyete ilişkin tartışmalarda özne olarak bile kabul edilmedikleri hissiyle kendilerine sakladıklarını biliyorum. Bu, benim özgürlük talep eden feminizmimle tamamen çelişiyor.

Yazımın başlarında queer festivalde izlediğim Nadide Çiçekler adlı filmin beni bu yazıyı yazmaya teşvik ettiğini söylemiştim. Daha çok feminist çevrelerden sinemaseverleri çeken bir festivalde böyle bir filmin gösterilmiş olması beni mutlu etti. Ardından bu filmi izleyenlerin filme dair hiç de yukarıda bahsettiğim tartışmaya konu ilişki üzerine yaptıkları yorumlara benzer yorumlar yapmadıklarını gördüm. Burada bana kalırsa umut veren bir uyumsuzluk var. Bilemiyorum, belki de bu bir uyumsuzluk değil de queer teori ile feminizmin ilişkisini gösteren bir örnektir. Alev Özkazanç’ın Judith Butler’dan aktarımıyla “queer olmayan bir feminizm anlayışının günümüzün oldukça karmaşık hale gelen toplumsal cinsiyet sorununa yanıt veremeyeceğini(n)” bir göstergesidir yalnızca.[4]

 

 

 

 


[1] Ben yayınlanan facebook iletisinden bu sürenin üç gün olduğu anlamını çıkardım ancak bu konuda farklı yorumlar olduğunu görüyorum. Aşağıda alıntıladığım facebook iletisini bu açıdan değerlendirmenize sunuyorum.

[2] Bu facebook iletisi şu şekildeydi: “Ya pardon; ama canım! SEVGİLİN VARSA BUNU BAŞTAN SÖYLECEKTİN. Günlerce “sizli, bizli” sohbet edelim, derin derin dostluklar kuralım, fantezilerimizi açıp saçalım, içkiler içip yatağa girelim, oynaşalım, öpüşelim. Üç gün sonra: DÜRÜST OLACAĞIM HAYATIMDA BİRİ VAR! deyin bana!

Yok öyle yağma, sistem hetero-erkeklere gizli-çok-eşlilikte kolaylık sağlarken seni “sosyalist”sin diye es geçmiyor, “Yazık bu da ezilen, bunun erkekliği erkeklikten sayılmasın bari” demiyor. Senin tek eşlilik fantezin sürecek diye de sus payı verdiğin “umut” senin olsun. Siz tek eşliliğin kaymağını yerken, “üçüncü kadın” adı altında olan biz aşüftelere oluyor. Kötü kızın biri de çıkıverir, serer çamaşıları ortaya.

Sizli-bizli, aşktan ölüyormuş gibi birine yakınlaşmadan önce ne yapıyormuşuz “tek eşliyim, sevgilim var” diyormuşuz, kaymak yemiyormuşuz! Cam fanusta büyümedik, hepimiz travmalara açığız! Bu da böyle biline!

Seninle doğrudan ezen-ezilen ilişkisi içinde olduğumuz için yazmıyorum; ama bu konudan ezilmiş insanları bilhassa kadınları tanıdığım için yazıyorum! Sizin her zaman 1 sevgiliniz olsun; ama başka başka kadınlarla çaktırmadan ilişkiler yaşayın! Tek eşliliğin yalan dünyasının dibini yaşayın, sosyalistsin falan ama buraya gelince aynı ahlak adı altında yalan dolan! Gemilerinizi tatlı tatlı sularda yüzdürmeye kim alıştırdı sizi? Size yeni yıl hediyesi olarak biraz iğreti armağan ediyorum!

Haa belki şimdi de “şirret kadın” oldum, artık arzulanmayacağım diye korkmam mı lazım? Yani yazdıklarım yüzünü buruşturmuştur; ama bu senin gerçekliğin! Kadın kısmı salak olacak ki
istenecek, çok bilirsen çok konuşursan caziben kalmaz.
(Yeni yıla bir skandalla girmek kim isterdi… Bu konu hakkında detaylı bir yazı hazırlıyorum.)”

 

[3] Bu özür bugün itibariyle dolaşımdan kaldırılmış durumda. Söz konusu erkeğin özrünü geri çektiğine ilişkin bazı söylentiler dolaşıyor. Bu söylentileri de doğrulatmayı başaramadım.

[4] Çiğdem Akgül’ün Alev Özkazanç’la viraverita.org için yaptığı söyleşiden. http://www.viraverita.org/roportajlar/alev-ozkazanc-ile-judith-butler-ve…