Dünya Çapında Çözümsüz Bir Problem: Nükleer Atıkların İmhası

60’lı yıllarda henüz ilk nükleer enerji santralleri işlemeye başladığında, nükleer atıkların imha edilmesi pek tartışılmayan bir problemdi. Nükleer lobilerinin kendilerini ifade etmeleriyle birlikte, gizleme ve masumlaştırma politikaları tehlikeli bir birlik oluşturdu. Nükleer enerjinin önde gelen savunucularından biri olan Robert Gerwin, 1963’te bir Sovyet nükleer fizikçisinin “tartışmasız en emin yol” olarak sunduğu nükleer atıkları roketlerle uzaya gönderme önerisini methediyordu. Manşetlere nükleer atıkları deniz tabanına, örneğin Pasifik okyanusundaki Mariana çukuruna[1] gömme planları düşüyordu. Elektrik üretimi için nükleer enerjinin kullanımından elli sene sonra, bugün radyoaktif atıkların nasıl depolanacağı hala tartışılmaktadır. Nükleer enerji santrallerinden çıkan yüksek radyoaktif atıklar için hala dünya çapında bir depo bulunmamaktadır.

Tüm bunlar olurken, nükleer endüstri atıklarından zaten denize atarak kurtuluyordu, atıkların bir kısmını da yer yüzeyine yakın bir şekilde gömüyordu. Zamanla yüksek radyoaktif atıklar gelecekte bir çözüm bulma umuduyla depolarda saklanmaya başlandı.

Bu bağlamda Almanya Federal Cumhuriyeti örneğinde somut problematiğin ve boşa çıkan çözüm önerilerinin kısa bir krokisini çıkarmak gerekiyor.

Yerbilimleri ve Hammadde Kurumu 1996 yılında önlerine koydukları amaçları şöyle formüle etmişti: “Radyoaktif atık maddelerin güvenli bir şekilde depolanması amacı, bu atıklardan çıkan zararlı ışınların biyosferde yok edilmesini de hedeflemek zorundadır. Atık maddelerin birleşimi göz önünde bulundurulduğunda gerekli yalıtım zamanı birkaç on yıldan 100.000 yıla kadar varmaktadır.”

O halde asıl problem şudur: Radyoaktif yok olmanın yarılanma süresi plütonyumda 24.000 yıl, neptunyumda 2.000.000 yıl, iyotta 12.000.000 yıla varmaktadır.

Nükleer atıkların imhası gerçekten de “seküler” bir görevdir ve ne yazık şu an –enine boyuna formüle bile edilmemiş- çözümsüz bir problem olarak görünmektedir.

Oysa nükleer atıklar hala üretilmeye devam edilmekte ve sürekli biriktirilmektedir. Radyoaktif atıkların baş sorumlusu ise nükleer enerji santralleridir. Belirli bir santralde örneğin 1.300 MW basınçlı su reaktörü senede yaklaşık 15 metreküp yanık element ve yaklaşık 350 metreküp santral atığı üretmektedir.

Alman nükleer yasası ilk olarak 1976’dan beri, radyoaktif atıkları ya zararsız bir şekilde arıtmayı ya da devletin tesislerinde depolamayı gerektiriyor. Yani devlet, özel ekonomiye riskli bir ucuz çözümü zorunlu kılmıyor aksine görevi kendisi yükleniyor.

Düşük- ve orta aktiflikte/sıcaklık üretmeyen atıklar kategorisindeki santral atıkları bile hacim olarak  %90’dan daha fazla nükleer atık dağı ortaya çıkarıyorlar. Bu atıklar yeryüzünün üstündeki istasyonlarda toplanıyor ve eski bir maden ocağında saklanıyorlar. Bu atıkların düşük miktardaki birikimi dahi kansere yol açıyor.

Yüksek radyoaktif atıklar da –sıcaklık üreten çöpler- aynı şekilde yeryüzünde depolanmaktadır. Oysa bunlar anormal ısı gelişimine karşı soğutulmalı ve derin jeolojik tabakalarda depolanmalıdırlar. Aşırı ışımalarla temas öldürücü olacağı için yüksek oranda zehirli olan ve kansere sebep olan bu atıklar konteynerlerde saklanarak biyosferden uzak tutulmaya çalışılmaktadır.

Sözleşme gereği Alman nükleer enerji firmaları Fransız plütonyum fabrikası La Hague ve yine İngiliz Sellafield santralinde gerçekleştirilen yakıt elementlerinin yeniden işlenmesinden  vazgeçmişti. Yeniden işleme, nükleer atık problemine bir çözüm getirmemektedir, aksine problemi derinleştirmektedir: Yakıt çubuklarının kimyasal olarak dönüştürülmesi işleminden sonra ortaya çıkan nükleer çöp dağları 15 faktöre kadar yükselmektedir, yüksek radyoaktif çöp, sıvı hale gelmektedir ve cama dönüştürülmek zorundadır, yeniden elde edilen uranyum ise kirlidir ve yeni bir yakıt, elementin imalatı için iş görmemektedir. Ayrışan plütonyum artarsa, ya yakıt çubuklarının imalatında ya da  askeri amaçlar için kullanılır.

Kuzey Almanya’da (Gorleben’de) bir tuz stoğunun depolama kampı olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Ama tuz kütlesinin (Almanya, ABD), granitin (İsviçre) ya da kilin (Fransa) en iyi depolama aracı olup olmadığı bu zamana kadar cevaplanamamış bir soru. Kesin olan şudur ki, Almanya’daki bu alan nerdeyse keşiften 40 yıl sonra bile hala bilimsel ve politik açılardan tartışmalıdır, zira bu alanın yer altı sularıyla olan bağlantısı yüzünden radyoaktif maddelerin bir kanal yoluyla yer altı sularına bulaşması riski göz ardı edilemez. Bundan dolayı Almanya’da depo arayışı genişletilmek zorundadır ve en azından karşılaştırmalı sondaj yöntemi işletilmelidir.

Hangi tür ışıyan ve zehirli atıkların, nereye gömülmüş olduğu konusunda sonraki nesillerin bilgilendirilmesi de bir başka problemi gün yüzüne çıkartmaktadır. Tam da örneğin Türkiye gibi arkeolojik buluntular açısından çok zengin olan bir ülkede insan kendini bu soruna duyarlılıkla adamalıdır. Bir örnek verecek olursak: Hattuşaş 1834’te keşfedilmişti, oysa o zamanlar keşfedilen şehrin Medlerin şehri olan Pteria olduğu zannediliyordu. İlk olarak 1906 yılında, Hugo Winckler’in kazılarında bu alanın M.Ö. 2400-2200 yılları arasındaki Hatti kral mezarlarına ait olduğuna dair bir iz söz konusu oldu. Asurlu tüccarlar yoluyla Anadolu’ya yazı ilk kez gelmiş, M.Ö. 2. yüzyılda da Hattiler ve Hititliler arasındaki savaşla yazı Hititlere geçmişti. Hitit çivi yazısının çözümlenmesi ise ancak 1915’te Çek bir araştırmacı tarafından gerçekleştirilebildi.

O halde atıklara karşı yapılacak uyarıların kuşaktan kuşağa, 100.000 yılın üstünde bir zaman boyunca devam edeceğinden nasıl emin olunuyor? Tarih gerçekten bu kadar devamlı mı? Dil yok olursa, piktogramlar[2] işe yarar mı? Son olarak ABD’de bir nükleerci vaizler zümresinin, gelecek kuşakları ışıyan çöplerle temasa karşı uyarmak konusunda görevlendirilmesi önerildi!

En iyisi, daha fazla nükleer atığın üretimini durdurmak. Nükleer enerji mi? Hayır, teşekkürler!


[1] Dünyanın en derin noktası. Çukurun derinliği 11.033 metredir.

[2] Çivi yazısı ve hiyerogliflerdeki semboller.