Faşizmin ‘Konsantre’ Mekanı Olarak Kamp

I-

Geçmiş uzaklaşıp belirsizleştikçe, eskide kalmış bir görüntü kendini belleğe dayatıp durur. Hatırlamak çoğu zaman o görüntünün çıkagelmesiyle kendiliğinden başlar. Uzakta kalmış olayın travma dozu yüksek ve yaşananların biriktirdiği enerji bilincin bastıramayacağı ve farklı bir duruma aktarıp harcayamayacağı kadar yoğunsa, çıkagelen görüntü tahmin edilemeyecek kadar berraklaşabilir ve içerisinden o günlere geçiş yapılabilecek bir sembol haline gelebilir. Geçmiş ve bellek kolektifleştiği oranda, görüntünün direnci ve simgesel değeri de artar. Eğer Avrupa’nın kolektif belleğinin yeniden kurulmasında kritik bir eşiğe denk gelen Nazizm ve Faşizm[1] deneyimlerini doğrudan hatırlatacak bir görüntü aranacaksa, en isabetli tercihlerden birinin Nazi temerküz ve ölüm kamplarının fotoğraf ve kayıtları olacağı rahatlıkla söylenebilir. Kapısı olmayan ahşap barakalar, hangi iki bölgeyi birbirinden ayırdığı çok da belli olmayan rastgele tel örgüler, çizgili üniformalar, zayıflıktan kürek kemikleri dışarı fırlamış gözleriyse içeri kaçmış canlı cesetler, yakılmış kibrit çöplerini andıran üst üste yığılı ölü cesetler, cesetleri taşıyan at arabaları ve daha birçok sıradışı ayrıntıdan müteşekkil görüntünün çözünürlüğü, ‘kurtarıcılar’ gelmeden önce kampta sergilenmiş zulmün boyutlarını gözler önüne sermeye yetecek kadar yüksektir. Bu görüntüler üzerine kurulu sayısız kitap, film ve belgesel, kampın ve onla özdeşleştirilen Nazizm ve Faşizm yıllarının temsil ettiği gerçekliği başarıyla aktarabilmiştir.

Hatta kamp gerçekliğinin ayrıntılı tasviri hususunda o kadar başarılı olunmuştur ki, bu, seyredenlerde tersinden kampın vahşetiyle ilgili gerçeklik hissinin aşınmasına dahi yol açabilmiştir: Bu olanlar gerçek olamayacak kadar uç noktadadır.

Bu kısa yazının amacı, son birkaç onyılda kültür endüstrisi için önemli bir hammaddeye dönüşmekten de kurtulamamış olan toplama kamplarını ve Nazi döneminin ‘aşırılığını’ yeniden tasvir etmek ve hatırlatmak değildir. Kamp, sembolik bir hatırlama aracı olmaktan ziyade, sınırların ortadan kalktığı, belirsizliğin daimileştiği bir mekân olarak egemen iktidarın faşizmde kristalize olmuş yönetim mantığının bugün de çeşitli örnekler üzerinden örtük bir şekilde varlığını sürdüren tanımlayıcı öğesi olması vasfıyla ele alınacaktır. Bu yazıda, faşizmin geri dönmemek üzere geçmişte kalmış bir anomali olduğunu imlemek yerine, kampın, Agamben’den hareketle, temsil ettiği iktidar mantığı açısından nasıl modern toplumlarımızın da gizli kalıbını oluşturmaya devam ettiği gösterilmeye çalışılacaktır. Yaşanılanların gerçek olamayacak kadar uçlaştığı ve istisnaileştiği bir durumu yalnızca tasvir değil tahlil de edebilmek ve olağanüstü olanın olağanlaşmasını izleyebilmek, bize tersinden kuralın bilgisini de sunabilecektir.

II-

Modern dönemde nizamî hapishaneden farklı olarak değişken birçok amaç için insanların toplu halde gözetim altında tutulduğu ve angarya, baskı ve kötü muameleye maruz bırakıldıkları mekânlar olarak kampların bir Nazi icadı olmadığı ve kendinden önceki örneklerden esinlendiği bizzat Hitler tarafından sıkça dile getirilmiştir.[2] Bu mazeretin neden doğru ama bir o kadar da eksik olduğunu görebilmek adına kampların tarihine kısaca göz atmakta fayda var.  “Temerküz kampları” tarihte ilk kez 19. yüzyılın sonunda İspanyollar tarafından, Küba’daki halk ayaklanmalarını bastırmak adına, hukukun olağanüstü hallerde idareye tanıdığı yetkiye dayanarak inşa edilmiştir. İspanyollar, isyanı bastırmak için yerlerinden ettikleri ve kendi kontrolleri altındaki kasaba ve şehirlerde iskâna zorladıkları Kübalıları bu bölgelerde inşa edilen kamplarda toplamışlardır. Nazilerin de sıkça atıf yaptığı bir diğer temerküz kampı deneyimi aynı tarihlerde, İngiltere’nin Boer Savaşı (1899-1902) sırasında yaşanmıştır. Her iki kamp örneğinde de ciddi sayılarda insan hayatını kaybetmiştir. Daha sonra, beklenilebileceğinin tersine, Nazilerin iktidara gelmesinden önce, 1923’te, Almanya’da, Weimar Anayasasının 48. maddesinin yine olağanüstü hallerde yürütmeye tanıdığı yetkiye dayanarak sosyal demokrat hükümet birçok komünisti kamplarda toplayabilmiştir.

Kampların 20. yüzyıldaki en ‘başarılı’ örnekleriyse şüphesiz Nazilerin komünistleri, Yahudileri, siyasî hasımlarını, çingeneleri vs. yurttaşlıktan çıkararak (‘çıplaklaştırarak’) gönderdikleri Dachau, Buchenwald, Auschwitz, Birkenau ve daha birçok yerdeki lagerler[3] olmuştur. Lagerlerin temerküz kampının ilk örneği olmadığı doğrudur; fakat kendinden önceki örneklerle karşılaştırılamaz oluşu da bir o kadar aşikârdır. Lagerlerin kendinden öncekiler gibi bir olağanüstü halin varlığına istinaden kurulduğu kabul edilebilse de (Hitler de Weimar Anayasasının aynı maddesine dayanarak lagerleri açmıştır), onları kendinden öncekilerden ayıran, bu olağanüstü halin/istisna durumunun süreklileşip kural haline gelmesi ve kuruluşlarının temelindeki ‘karar’ın yasa ve her türlü normla bağlantısını koparıp, Schmitt’in egemenin karakteristiği olarak belirlediği “gerçek bir karar”[4] haline gelmiş olmasıdır. Schmitt’in yeryüzünün siyasal yasa ya da nomos’unun, düzen(leme) (order, ordnung) ile uzamsal yerleştirme/konumlandırma (ortung, orientation) arasındaki bağlantının kurulabilmesine dayandığına, boşluğun siyasal bir mekâna dönüşümünün ancak bu bağlantının tesisiyle mümkün olabileceğine dair önermesi kampın ayrıksılığını gösterebilmek açısından işimize yarayabilecektir.[5] Kampta karşımıza çıkan şey, boşluğun düzene kavuşturulması, düzeni olan bir yerleştirme ya da mekânın yeni bir düzenlenme girişimi değil, düzen(leme) ile yerleştirme arasındaki bağın kopuşudur. Kamp, Agamben’in özgün ifadesine başvuracak olursak, “düzeni olmayan bir yerleştirme” ya da “yersizleştiren bir yerleştirme”dir.[6] Nazi lagerlerini müesses toplumsal-siyasal uzamdan olduğu gibi kendinden önceki temerküz kampı örneklerinden de ayıran şey, düzenle yerleştirme arasındaki bağın kesin ve daimî bir biçimde kopuşunu temsil ediyor oluşudur. Bu bağlantının/bağın istisna haline karar verip hukuku askıya almak suretiyle koparılması, modern “disiplin toplumu”nda iktidarın bütün o görünmezleşme ve norm tayin ederek işleme eğilimine rağmen, egemen iktidarın tanımlayıcı öğesi olmaya devam etmektedir ve tam da bu yüzden, aşağıda tekrar değineceğimiz üzere, rasyonel bir mekânsal düzen(lemey)e sahip hastane, hapishane (Panoptikon tipi), fabrika değil de, düzenin askıya alındığı kamp müesses toplumsal mekânımızın örtük kuralını temsil etmektedir.

Kamp üzerine en kapsamlı ve derinlikli analizlerden birinin sahibi olan Wolfgang Sofsky de, kampta bilindik bütün iktidar ve tahakküm biçimlerinden farklı yeni bir mutlak iktidar pratiğinin uygulandığını ve kampın da ancak bu pratiğin ayrıksılığı göz önünde bulundurularak kavranılabileceğini öne sürerek Agamben’in tezine görece yakın bir konum benimseyebilmiştir.[7] Sofsky’ye göre cezalandırıcı ve disipliner iktidar modelinden farklı olarak kampta karşımıza çıkan mutlak iktidar, mutlak bir itaat ya da disiplini gerçekleştirmeyi hedeflemez; o daha ziyade, insanın dünyayla ilişki kurduğu, zaman, uzam, kendilik gibi kategorileri yerine hiçbir yeni ölçüt geçirmeden kökünden dönüştürmek suretiyle “mutlak bir belirsizlik evreni” inşa etmeyi ister.[8] Görünürdeki işlevi tutukluları çalıştırmak olan temerküz kamplarının Auschwitz ve Majdanek örneklerindeki gibi, esas işlevi “ceset imal etmek”[9] olan “ölüm kampları”na kolayca evrilebilmesi de bu daimî belirsizlik sayesinde mümkün olabilmiştir. Belirsizliğin süreklileşmesi, tekrarlamak gerekirse, Nazi lagerlerini yukarıda değindiğimiz örneklerle de karşılaştırılamaz kılan özelliğidir.

III-

Agamben’in homo sacer figüründe örneklediği egemenin dışarıya koyarak/terk ederek içerme pratiğine karşılık gelen bu belirsizlik ve “çıplak hayat” mıntıkalarını daha somut kavramak için, soykırımın canlı ‘tanık’larından İtalyan Yahudisi Primo Levi’nin kamplarla ilgili birinci elden gözlemleri ve tespitleri bize ışık tutabilecektir. Boğulanlar Kurtulanlar kitabında Levi, lagerlerdeki insan ilişkileri ağının kurbanlar-baskıcılar ya da zalimler-mazlumlar biçimindeki bir bölünmeden çok daha karmaşık olduğuna dikkat çeker. Lager, o klasik biz-onlar ayrımını geçersizleştirecek anlamda da bir belirsizlik mıntıkasını ve/ya sınırların yitişini, imlemektedir. Umulabileceğinin aksine, lagerlerde, aynı gadre uğramışlar arasında ortak bir kaderi paylaşmaktan doğan bir dayanışma değil, “kendi içine kapanmış binlerce tekillik ve bu tekillikler arasında umarsız, gizli ve sürekli bir savaşım” mevcuttur.[10] Kolektif bir dayanışma gösterilememesinin nedenini, elbette burada tutulanların bencilliklerinde değil, Nazilerin bilinçli tutumunda aramak gerekir. Alman ‘koruma timleri’ SS’ler (Schutzstaffel) her türlü direniş imkânını aşırı fiziksel ve psikolojik şiddeti en aşağılayıcı tarzda uygulayarak daha baştan ortadan kaldırmıştır. Ama yalnızca direniş imkânını değil, pasif ve zararsız da olsa, her türden dayanışmayı ve ortaklık bilincini de yok etmek için daha akıllıca bir yolları vardır: bir ayrıcalıklılar sınıfı yaratarak Yahudileri suça ortak etmek. Yatakları yapma, tencereleri temizleme ve kampa yeni getirilenlere ilk fiziksel şiddeti uygulamayla mesul tutulmuş “tutuklu-görevliler”den, tutukluları öldürme yetkisi dahi olan Yahudi ‘kapos’lara, kaposlardan da gaz odasından çıkarılan cesetleri fırınlarda yakmakla görevlendirilmiş ve dolayısıyla ellerine en fazla kanın bulaştığı ‘özel takım’lara (sonderkommando) kadar tutuklu işbirlikçilerin oluşturduğu bir ara alan ya da, Levi’nin tanımıyla, bir “gri bölge” tesis edilerek, kurban ile baskıcı arasındaki sınırlar ustaca ortadan kaldırılabilmiştir.[11] Böylece, suçun yükü kurbanların üzerine yıkılmakla kalınmamış, tutuklunun kendi masumiyetine dair en ufak inancı da yok edilmeye çalışılmıştır. Üstelik tarafsız kalabilme, bir örnekle ifade edersek, iki çocuğundan hangisinin gaz odasına gönderileceğine dair bir seçimden kaçma seçeneği de bırakılmamıştır. Özetle, kamp, oldukça girift ve katmanlı, şiddette olduğu gibi daha birçok ölçekte de ‘sınırsız’ bir mekândır.

Lagerler, sınırların ortadan kalkmasına olduğu gibi, tersinden, çoğullaşmasına da sahne oluyordu; kurbanla baskıcı arasında olduğu gibi, “kendi içine kapanmış binlerce tekillik” arasında da. Bütün bu sınırların geri döndürülemez şekilde dışarısında kalmış olansa, kamp sakinlerinin Muselmann (Müslüman) adını taktıkları bir figürdü.[12] Maruz kaldığı korku ve dehşetten sonra bütün benliğini ve bilincini yitirerek hissizleşen, artık yaşadığı iddia edilemese de henüz ölmemiş[13], yaşamla ölüm arasındaki bölgede bir fiziksel işlevler yığınına dönüşmüş muselmann, yalnızca normal insanlar dünyasının değil, ama insanlıklarından sıyrılarak ‘çıplak’ bırakılmış kamp sakinlerinin dünyasının da dışına düşmüş ve “sessiz sedasız ve tek başına, bellek/anı ve kederin olmadığı bir dünyaya geçmiştir” .[14]

Olağan bir durum hakkında yargıya varmak ancak bir istisnaî bir durumda mümkünse, kampı anlayabilmek de ancak kampın en uç figürü olan muselmannı anlayabilmekle olasıdır. Kendisi bizatihi düzenin/kuralın ‘dışarısı’na yerleştirilen kampın da (içerideki) dışarısında kalan muselmann’ın, bu konumuyla, faşizmin iktidar mantığını kampın temsil ediyor oluşu gibi, aynı şekilde kampın şifresini çözmeye aday olduğu söylenebilir. Yalçınkaya’nın da ifade ettiği gibi, egemen iktidar, kendisinin kuralı askıya alabilecek tek irade olduğunu, düzenin içindekilere kampı örtük bir şekilde işaret ederek hatırlatırken, bunu kamptakilere, kampı da bölerek, orada da bir dışarısı inşa ederek, yani “kamp içre kamp” yaratarak hatırlatır.[15] Kamp içindeki kampın tek sakini olan muselmann’da “yalnızca insanlık ve insanlığa ait olmayan değil, bitkisel hayat ve ilişki, fizyoloji ve etik, tıp ve politika, hayat ve ölüm de sürekli iç içe geçer”.[16] Bütün bu ayrımların geçersizleştiği bir belirsizlik mıntıkası oluşu, muselmann’ı kampın şifresi kılan özelliğidir. Yine de, bu, Yalçınkaya’nın da belirttiği gibi, kendini nesnesinin gözünde onatmak ihtiyacı duyan iktidar tarafından inşa/imâl edilen, “bakış-olmayan bakışı” bir anlığına da olsa “bakış-olan bakışa” dönüştürülerek iktidarın kılınan bir muselmann tarifidir. İktidarın, bir direniş olasılığı gördüğünden, dolaşımına katmak istediği, tehdit algıladığı bir figürdür bu tarife göre muselmann; bu yüzden, potansiyel muselmann’ı muselmann’a kendi dönüştürmek ister iktidar.[17] Oysa sessiz bir direnişçi olarak kavrayabileceği muselmann’ın karşısında iktidarsızlaştığını düşünebilsek de, Levi’nin tanıklığından da çıkarılacağı gibi, lagerlerde iktidarı temsil eden SS’lerin, muselmann’a karşı diğer tutuklulara olduğundan farklı ya da daha şiddetli bir tavır takındığını söyleyebilmek zordur. Zira muselmann’lık ne bilinçli bir tercihtir, ne de pasif bir direnişe ya da “yapabilecekken yapmamayı tercih etme” tavrına karşılık gelir; Levi’nin de hatırlattığı gibi, iktidar, büyük çoğunluğunu, pek de öyle (bakışını yakalayıp, kendini onun gözünde onatıp) kendinin kılmayı beklemeden ya da herhangi bir potansiyel tehditle baş eder gibi değil, gayet zahmetsizce ve düşünüp taşınmadan imha etmiştir; geri kalanlardan yaşama geri dönüp konuşmaya başlayanları artık zaten muselmann değildir –muselmann, kendini ifade etmeye başlayacağı an muselmann olmaktan çıkacağından, anlamı hep kendi dışından belirlenmiş, ancak kendisi olunarak kavranabilecek bir çeşit öte-kategoridir. Muselmann’ın bir ‘dışarı’yı temsil ettiği doğrudur; fakat bu, egemen iktidarın değil, kampın dışarısıdır; o zaten, kampa getirildiği ilk an kaçınılmaz olarak iktidarın kılınmıştır. Kamp sakinlerinin gözündeyse, o gerçekten, kendi yaşam dünyalarının dışında, gözlerine bakınca kendi potansiyel geleceklerini hatırlayıp dehşete düştükleri bir öte durumu, dışarıyı ifade etmektedir. O halde, muselmann’ın kampın şifresi oluşu, iktidarınkinden ziyade, kamp sakinlerinin, ve düzenin içinde yaşayan biz potansiyel-kamp sakinlerinin gözünden daha çok anlam ifade eder gözükmektedir. Tekrarlarsak, o, iktidarın değil, kamp sakinlerinin dışarısını işaret etmektedir. Yine de, muselmann, kampı anlamaya çalışan gözlerce ilk tespit edilmesi gereken figür olma özelliğini muhafaza etmektedir.

IV-

Kendi istisnaî durumunda kampın örtük kuralını barındıran muselmann’ın iktidarın ‘bakış’ının bir türlü temas edemediği son bir pasif direniş hattı oluşturup oluşturamayacağı açık olmasa da, muselmann’ın biyoiktidarın gelip dayandığı son sınır ya da eşik olduğu açıktır. Foucault, Collége de France’da verdiği derslerden birinde biyopolitikaya dair çok kritik bir soruyu gündeme getirir: Egemenliğini öldürme hakkı üzerinden uygulamaya sokan klasik bir iktidar pratiğinin yerini giderek yaşatma ya da yaşamda tutma üzerine inşa olan yeni bir iktidar mantığına bıraktığı doğruysa, bu yeni mantığın geçerli olduğu bir siyasal sistemde öldürme gücü ve işlevi nasıl kullanılacaktır?: “Asal hedefi yaşatmak olan bu iktidar nasıl ölüme bırakabilir?”.[18] Burası tam da ırkçılığın devreye girdiği yerdir. Biyoiktidar, ırkçılığı, amorf bir tutum (basitçe ırkların birbirlerine duyduğu kin ya da nefret) olmaktan çıkarıp devlet mekanizmalarına dâhil edebilme ve bir yönetim stratejisi haline getirebilme becerisi gösterebilmiştir. Irkçılık biyoiktidarın elinde, nüfus içinde ayrımlar atamak suretiyle işler ve gerçekleştirdiği en belirgin ayrım da yaşamaya değer olanla ölmesi gerekenler arasında olanıdır. Böylece insan türünün biyolojik sürekliliği ve homojenliği bir ırklar hiyerarşisi (aşağı ırk, yukarı ırk) yaratmak suretiyle kesintiye uğratılır. Irkçılık sayesinde savaş ve öldürme ilkesi de artık yaşamı odağına alan yeni iktidar mantığına yeni bir biçimde dâhil edilebilmiştir: “Yaşamak istiyorsan öldürmelisin” ilkesi biyolojik bir mantık aracılığıyla şuna evrilmiştir: Aşağı ırkın ya da soysuzlaşmış olan ötekinin ölümü genel olarak insan türünün yaşamını daha sağlıklı, arı ve güçlü idame ettirmesini sağlayacaktır. Artık ortadan kaldırılması gereken siyasal bir düşmandan ziyade biyolojik bir tehlike olarak kodlanmaya başlanmıştır.

Biyoiktidarın belki de tarihteki en açık örneklerinden biri olan Nazizm deneyimi incelendiğinde, insan türünün biyolojik sürekliliğinin nasıl ve hangi türden mekanizmalarla kesintiye uğratıldığı açık bir şekilde görülebilir. Nazi Almanyası’nın ilk hukukî icraatlarından biri ve biyoiktidarın kendini nasıl hukuksallaştırdığı hakkında da ciddi fikirler verebilecek olan 1933 tarihli “Alman Halkının Kalıtsal Sağlığının Korunması” yasaları, Agamben’in de ortaya koyduğu gibi,[19] ilk ayrımı halk ile nüfus arasında koyar; ilgilenilen artık kurucu bir iktidarı haiz olduğu kabul edilen demokratik bir halk değil, gelişimi ve büyümesi takip edilmesi gereken demografik bir nüfustur. Halk ile nüfus arasındaki bir ayrım ya da kesintiyi, “arî ırk” ile “arî ırktan olmayanlar” arasındaki bir kesinti izler. Daha sonra, bir ayrım da “arî olmayan yurttaşlar” içinde gerçekleştirilir: tam Yahudiler (Volljuden) ile ebeveynlerinden sadece biri ya da eşi Yahudi olan melezler (Mischlinge). Biyopolitik ayrımlamalar kampın inşasıyla da en son noktasına gelmiş sayılmaz; kampın içinde de “arî olmayan Yahudi”, Yahudi sürgüne (umgesiedelt), Yahudi sürgün de “sürgün tutuklu”ya (Haftling) kadar ayrıştırılır. Biyopolitik kesintilerin artık mümkün olamayacağı kamptaki en son sınır ise, Agamben’in Foucault’nun ötesine geçerek işaret ettiği gibi,[20] muselmann’dır. Muselmann yalnızca biyopolitik ayrımların gelip dayandığı eşik olmakla da kalmaz ama aynı zamanda halk ile nüfus başta gelmek üzere daha önceki kesintilerin ayırdığı terimler arasındaki belirsiz bağın da tamamıyla kopuşunu imler. Daha doğrusu, o, insanın ne kadar alçalabileceğini ve insanlık-dışı bir noktaya savrulabileceğini değil, insan ile insan-olmayan arasındaki bağın ve sınırın ne kadar sorunlu olduğunu gösterebilir ancak. Biyopolitik ayrımlamanın geldiği son nokta oluşu ve bizatihi kendi varlığıyla bütün bu ayrımları sorunsallaştırmasının muselmann’ı biyoiktidara karşı bir direniş hattına dönüştürüp dönüştürmeyeceği ise, iktidarı en başından dışlayan yeni bir siyasetin imkânı açısından oldukça kritik olmakla birlikte burada tartışılamayacak kadar da geniş bir meseledir.[21]

Kampın düzen(leme) ile yerleştirme arasındaki kurucu bağın kopuşunu işaret ediyor oluşu gibi, muselmann’ın da kişi ile öznelliği/kendiliği arasındaki,  kişinin dünyayla ilişkilenebilmesini sağlayan bağın koparıldığı ( yeniden kurulmasının da imkânsız olduğu; zira muselmann kendini ve çevresini idrak etmeye başlayıp hayata döndüğü an muselmann olmaktan çıkacaktır) bir bilinçsizlik durumuna denk geliyor oluşunun anlamı iyi kavranmalıdır. Muselmann’da zaman ve uzam kategorileri dönüşmekle ya da belirsizleşmekle kalmamış ama tamamen ortadan kalkmıştır. Yine de kendi ve kendinde olmayan muselmann tam da bu haliyle faşizmin aslında paradoksal olarak asıl ya da “tam tanığı”dır.[22] Hayatta kalanlar ya da “kurtulanlar”ın yaptığı ise hep bir özneliğin ve dolayısıyla tanıklığın yok edilişine tanıklık etmek olacaktır ve bu yüzden hep eksik bir tanıklık olarak kalacaktır. Bir yok oluşa tam tanıklık etmenin imkânsızlığı salt tanıklığa içkin bir paradoks -bir özneliğin yitirilişine ‘içeriden’ tanık etmek mümkün değildir: “Sesin yok oluşunun sesi yoktur” [23] olayı ‘dışarıdan’ aktarmaksa tanık doğası gereği olayın dışında kalacağından imkânsızdır- olmaktan öte bir şeydir. Faşizm sadece insanların arasında değil ama onların bizzat belleklerinde de bir yarılma, geçmişle bugün arasındaki bağı koparma yoluna gitmiştir. Kamptaki mezalim  “inanılmayacak” ve anlatılamayacak kadar uç, istisnaî ve belirsizdir. Zulmün faili konumundakiler de bunun farkındadır. Hayatta kalanlardan Simon Wiesenthal SS milislerinin kampta kendilerini sıkça şöyle uyardıklarını aktarmaktadır:  “Tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak, ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak… Geriye birkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşamını sürdürse bile, insanlar anlattığınız olayların inanılmayacak kadar vahşice olduğunu söyleyecekler.”[24]

V-

Lagerlerde gerçekleştirilmiş vahşetin tekerrür etmemesini sağlamak için kampın anısını sürekli canlı tutmakla yetinmek, istemeyerek de olsa, kampı, uzak geçmişe ait yersiz bir parantez olarak temsil edilmekten kurtaramayacaktır. Kamp gerçekliğini estetize ederek bugünde yeniden inşa etme çabası da, anlamlandırmaya çalıştığı malzemeye bir ussallık atfetmekten kaçınamayacağı için, kampı araçsallaştırarak kavramaya eğilimli olacak ve onun varoluşu itibariyle bir “kendinde-amaç” olduğunu gözden kaçırabilecektir.[25] Ayrıca, Walter Benjamin’in “tarih kavramı üzerine” tezlerinin sekizincisinde öne sürdüğü gibi, “yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, bizi hiçbir bilgiye de götürmeyecektir”[26] Oysa kampı, bütün vahşeti ve müstesnalığının ötesinde, ne tür bir siyasal mantığa ve egemenlik pratiğine tekabül ettiğini göz önünde tutarak incelemek, bu müstesna vahşetin nasıl gerçekleşebildiğini anlayabilmenin yanında, kampın, neden tarihsel bir parantez değil de, bizatihi “yaşadığımız siyasal mekânın gizli kalıbı (matrisi) ve nomosu” olduğunu görebilmemize de zemin sağlayabilecektir: “Kamp, istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan mekândır… istisnaî durum, kampta daimî bir yer düzenlemesi şeklini alır”[27]. Bu durumda, sadece Auschwitz ya da Guantanamo değil, istisna durumunun egemenin kararıyla kural haline geldiği; hukukla gerçek yaşam, ‘çıplak hayat’ ve şiddet arasındaki giderek az seçilebilir hale gelen hareketli eşiğe yerleştirilmiş ve egemen iktidarın kendi kökenindeki şiddeti içerebilmesine imkân veren her türlü siyasal mekân kampla aynı mantığa sahip demektir. Farklı amaçlar için ve değişik biçimler altında da olsa, Danimarka’da ülkelerine geri gönderilecek mültecilerin tutulduğu Sandholm ‘gözetim merkezi’nden, Fransa’da uluslararası havaalanlarında iltica hakkı talep edenlerin tutulduğu ‘bekleme alanları’na (zones d’attentes) ve oradan da istediği ülkeden Guantanoma’ya götürülmek üzere şüpheli toplayan ABD askerî uçaklarına kadar, her yer kampı örtük olarak imlemektedir.

İçinde bulunduğumuz dünyada sayıları hiç de azımsanamayacak bu belirsizlik mıntıkaları ya da ‘kendinde-kampların’ varlığının, faşizmde en açık temsilini bulan egemenlik tarzının (egemenin düzenin hem içinde hem de dışında olmak karakteristiğinin) hiçbir zaman tam olarak geride bırakılmadığının bir işareti olarak okunabileceği açıktır. Bununla birlikte bu işaret, belirsizliğin hüküm sürdüğü ve sınırların ortadan kalktığı her mekânın kamp, siyasal düzenlerimizin de doğrudan ve kolaylıkla faşizm olarak adlandırılabileceği anlamına de gelmemelidir. Öncelikle, yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda bir kampın dolaysız mantığını tespit edebilmek için, dışarıya terk ederek içerme pratiğini devreye sokanın ve bu yolla kendini de ‘varlığa getiren’in, hep egemen siyasal iktidar olması gerektiğinin; sözgelimi, Avrupa’daki göçmen semtlerinde gözlemleyebileceğimiz türden, baskın bir toplumsal grubun azınlıkta olan bir diğer grubu dışlama sürecinin doğrudan kamptaki gibi bir ‘ölüme bırakma’ ya da ‘hayata salma’yı temsil etmeyeceğinin altı çizilmelidir. Kampın kuruluşunda yatan dışarıya-hayata bırakma pratiğinin gerisinde hep, egemenin her türlü hukukî normdan önce gelen “gerçek bir karar”ı aranmalıdır. Diğer yandan, faşizmin, siyasal ontolojik düzlemde, modern egemen devletler var oldukça kolay kolay üstesinden gelinemeyecek bir egemenlik mantığının en dolaysız halini temsil ettiği kadar, tarihsel düzlemde de belirli idarî tekniklerin, ciddi bir kitle hareketinin, paramiliter bir örgütlenmenin, hukuksal bir yeniden yapılanmanın, muhtelif ideolojik unsurların ve burada sayamayacağımız daha bir dizi bileşenin ancak verili bir konjonktürde sistematik ve bütünlüklü biçimde eklemlenebilmesiyle ortaya çıkan ve bu biçimiyle İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sonlanan belirli bir ‘siyasal rejim’e de karşılık geldiği unutulmamalıdır. Faşizmin siyasal mantığını kavramak ve ayrıca bu mantığı teşhir etmekle kalmayıp geriletebilecek bir anti-faşist mücadele de geliştirilmek isteniyorsa, belki de ilk kaçınılması gereken şeylerden biri, faşizmin unsurlarını dağınık biçimde tespit edebilsek de, bunların varlığını mevcut siyasal düzenlerimizin bütünlüklü birer ‘faşist rejim’ olarak tanımlanabileceğine yeterli delil saymaktır.

Yine de bütün bu rezerv ve kavramsal nüanslara rağmen, yukarıda saydığımız türden belirsizlik mıntıkalarının, çağın hakim bütün siyasal-hukuksal ölçütlerinin ortasında tuhaf lekeler gibi duran varlıkları bize şu gerçeği huzursuz edici bir biçimde hatırlatmaktadır: Yirminci yüzyılın ilk yarısında, faşist rejimlerin, bize görmezden gelemeyeceğimiz bir parlaklıkla ve en ‘konsantre’ biçiminde gösterdiği egemen iktidar mantığı, daha örtük bir biçimde işliyor olsa da yaşadığımız dünyada henüz yürürlükten kalkmamıştır.

*Bu yazı FelsefeYazın’ın 20. sayısında yayımlanmıştır.


[1] Farklılıkları neredeyse ortaklıkları kadar çok olsa da Faşizm ve Nazizm kavramları bu yazıda aynı iktidar mantığını temsil etmeleri açısından beraber ve birbirlerinin yerine kullanılabilecektir.

[2] Goeschel, C. ve Wachsmann, N. (2010), “Before Auschwitz: The Formation of the Nazi Concentration Camps, 1933–9”, Journal of Contemporary History, Vol. 45 (3), s.526.

[3]Almanca başat anlamı ‘depo’ olan lager sözcüğü, kampta tutulanlar tarafından kampı adlandırmak için kullanılmıştır.

[4] Schmitt, C. (2005), Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm çev: Emre Zeybekoğlu, 2. baskı, Ankara: Dost Yayınları, s.16.

[5] Schmitt, C.(2003), The Nomos of the Earth in the International Law of the Jus Publicum Europaeum  İng. çev.: G. L. Ulmen, New York: Telos Press, s.64.

[6] Agamben, G. (2001),  Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat  çev: İsmail Türkmen, 1.baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.228.

[7] Sofsky, W. (1997), The Order of Terror: The Concentration Camp  İng. çev: William Templer, Princeton: Princeton University Press, s.13

[8] A.g.e., s.17-18

[9]  “Auschwitz’de insanlar ölmedi; daha çok, cesetler imal edildi. Ölümü yaşantılamamış cesetler, ölümleri bir seri üretim meselesine indirgenmiş insan-olmayanlar.” Agamben, G. (2010), Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv çev: Ali İhsan Başgül, Ankara: Dipnot Yayınları, s.72

[10] Levi, P. (1996),  Boğulanlar Kurtulanlar çev: Kemal Atakay, 1. baskı, İstanbul: Can Yayınları, s.31

[11] A.g.e. s.36

[12] A.g.e. s.82

[13] “Onlar, o yitikler, kampın şahdamarı: onlar, o adsızlar…insana benzemez insanlardır; içlerindeki tanrısal kıvılcım sönmüştür ve acı çekemeyecek kadar oyulmuştur içleri. Yaşayan varlıklar demeye dili varmaz insanın onları görünce, hiç korkuya kapılmadıkları ölümlerine ölüm diyemez insan..” Levi, P. (1967), Bunlar da mı İnsan  çev: Zeyyat Selimoğlu, 1. baskı, İstanbul: Varlık Yayınları, s.93-94

[14] Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat,  s.40

[15] Yalçınkaya, A. (2004).“Bir ‘Muselmann’ Olarak Aleviliğin İnşası”  AÜ SBF Tartışma Metinleri, no: 72, s.5

[16] Agamben’den alıntılayan Yalçınkaya, a.g.e., s.6

[17] A.g.e., s.4

[18] Foucault, M. (2004), Toplumu Savunmak Gerekir çev: Şehsuvar Aktaş, 3.baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.260

[19] Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv, s.85

[20] A.g.e. s.86

[21] Kampın siyasal bir mekân olmaktan çok biyolojik bir belirsizlik mıntıkası oluşunu kampın canlı tanığı olan Levi, Foucault’dan önce sezinlemiş gibidir: “Kampın büyük ölçüde bir biyolojik ve sosyal deneme alanı olduğu hatırlansın yeter”. Levi, Bunlar da mı İnsan, s.90

[22] “…Bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz…En uç noktayı yaşayanlar, yani Gorgon’u görenler, yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler; ancak su altında kalanlar, dürüst tanıklar, anlattıkları genel bir anlam taşıyacak olan onlardır.” Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, s.69-70

[23] Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv, s.35

[24] Wiesenthal’den aktaran Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, s.9

[25] Diken, B. ve Laustsen, C. B. (2004), “The Ghost of Auschwitz” online papers, Lancester University Department of Sociology, <http://www.lancs.ac.uk/fass/sociology/papers/diken-laustsen-ghost-of-aus… (son güncelleme tarihi 21.05. 2011), s.8

[26] Benjamin, W. (2008), “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk içinde, çev. ve der.:Nurdan Gürbilek, 5. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, s.43

[27] Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, s.217-220