Kuram ve Deney

Çevirenin Notu: Ünlü teorik fizikçi Wolfgang Pauli’nin (1900-1958) aşağıdaki metninin çevrilme nedeni, bunun atomaltı dünya üzerine çalışmış, hatta bu alanın anlaşılmasına çok önemli katkılar yapmış Nobel ödüllü bir fizikçinin felsefenin önemli sorunlarına nasıl yaklaştığını gösteren iyi bir örnek olması. Yirminci yüzyılın en etkileyici bilimsel başarılarından biri olan kuantum kuramını yaratan devler arasında sayılan bir fizikçinin epistemolojik anlayış bakımından Platon ve Jung kaynaklı “arketipler” düşüncesini, dolayısıyla bilginin bir yönüyle a priori nitelikte olduğunu savunması bilim tarihi ve felsefesi açısından incelenmeye değerdir. David Park, Platon’un hâlihazırda Timaios’ta evren ruhunun (World-soulpsykhe kosmou) matematiksel ilkelere göre planlandığını ve inşa edildiğini, bu nedenle evren ruhundan pay alan bireysel ruhların da hâlihazırda bu ilkelere uyduğunu söylediğine vurgu yapar. İlginç olan, Park’ın Pauli’nin de deneyimin idealara uygun gelmesine dair modern yorumundan bahsederken yine aşağıdaki yazıdan alıntı yapmasıdır: “[P]laton felsefesine dayanarak, tıpkı anladığımızda, diğer bir deyişle yeni bilginin bilinçli gerçekleşmesinde hissettiğimiz mutlulukta olduğu gibi, doğayı anlama sürecinin de bir tür karşılıklılık; insan tininde önceden−varolan içsel imgelerin dışsal nesneler ve onların davranışlarıyla bir denkleşmesi olarak yorumlanması gerektiğini önermek istiyorum” (Park, 1990, s.238). Pauli’nin Carl G. Jung’la çok yakın bir fikir alışverişi içinde olduğu bilgisi (mektuplaşmaları için bkz.: Atom and Archetype: Jung/Pauli Letters 1932-1958, ed. C. A. Meier, Princeton University Press, Princeton-New Jersey, 2001), Jung’un mistik deneyimlere ve bilinçdışının sembolizmine olan ilgisinden dolayı kimilerine tuhaf gelebilir ve çeşitli psikolojik gerekçelerle Pauli’nin Jung’un etkisi altında kaldığı gibi hızlı bir yargıya varılabilir. Fakat Feyerabend’in tanıklığına bakılırsa, Pauli ne yaptığını her zaman iyi bilen ve uzmanlık alanı olan kuantum kuramı alanında öne sürülen fikirlere bile meslektaşları arasında en eleştirel yaklaşan, onları en acımasız biçimde sorgulamaksızın kabul etmeyen biri olarak tanınıyordu: “Pauli’nin dar bir alanla ilgili kesin konuşan ama geri kalanına gelince gözyaşlarına boğulup dağılan karakterdeki bilim insanlarından biri olduğunu düşünmeyin. Pauli keskin, eleştirel bir akla sahipti. Hatta diğer fizikçileri eleştirme biçiminden ötürü ‘fiziğin musibeti’ olarak isimlendirilmişti. Einstein ve Bohr onunla bu çerçevede konuşurlar ve arada sırada boylarının ölçüsünü alırlardı” (Feyerabend, 2015, s.80). Bitirmeden, yazının başında isimleri geçen matematikçiler Ferdinand Gonseth ve Paul Bernays’ın düşüncelerinden de hızlıca bahsetmek iyi olacak. Henri Lauener’e göre Gonseth’in yöntembilimi gerek insan bilgisinin mutlak ve kesin temellerini arama girişiminin verimsizliğine gerekse bir hipotezi acımasızca sınamak için teknik araçların önemine vurgu yapmasıyla Popper’inkine benzer (Lauener, 1977, s. 113). Gonseth’in bakış açısına göre bilgiyi tamamlanmamış Gerçeklik ve evrilen Zihin arasındaki şematik bir anlaşma olarak görmeliyiz: Soyut ile somut, ideal ile gerçek otonom birer varoluşa sahip değildir, bunlar daha ziyade birbirlerini koşullamaktadır. Ayrıca deneyim asla öylece verili değildir, gerçekliğin açıklanma sürecini başarıya ulaştıran etkinliği onun kurduğunu söylemek ise daha doğru olacaktır (Lauener, 1977, s. 117). Paul Bernays ise aritmetik ve geometri ikiliğinin matematik felsefesinin karşıt iki ana eğilimi olan Platonculuk ve Kant temelli sezgicilikle (intuitionism) ilişkisiz olmadığını söyler. Sayı kavramı aritmetikte ortaya çıkar. Kökeni sezgiseldir, fakat bu durumda sayıların bütünlüğü fikri üst üste bindirilmiş olur (superimposed). Buna karşın geometrideki Platoncu uzam (space) ideası kökenseldir, fakat benzer biçimde bu da geometrik figürlerin inşa edilmesindeki sezgici prosedürlerin yer bulduğu arka plana karşıttır. Bernays bu durumun sezgici ve Platoncu olmak üzere her iki eğilimin de kaçınılmaz olduğunu göstermek için yeterli olduğunu, bunların birbirlerini tamamladığını ve birinin diğerinden feragat etmesinin kendine zarar vermesi anlamına geleceğini söyler. Fakat Bernays’a göre geometri ve aritmetik arasında mükemmel bir simetri yoktur: Sayı kavramı zihin için uzam kavramından daha dolaysızdır (immediate). Bu durumda Platonculuğun varsayımlarının sezgicilikte bulunmayan aşkın bir niteliğe sahip olduğunu kabul etmek durumundayız. (Bernays, 1983, s. 269). Adı geçen matematikçilerin düalist bakış açıları genel hatlarıyla böyle açıklanabilir.

Kuram ve Deney[1]

Aşağıdaki görüşler ilkece hemfikir olduğum, fakat diğer yönlerden daha da aydınlatılması mümkün olan Ferdinand Gonseth ile Paul Bernays’ın değerlendirme ve tezlerine ek olması niyetiyle ortaya koyulmuştur.

1. Ferdinand Gonseth’in “deney ve kuram arasındaki diyalog”a ilişkin düalist bakış açısı bana daha genel olan içsel (psişik) ve dışsal (fiziksel) ilişkisinin özel bir durumuymuş gibi görünüyor. Bilme [cognition] durumunda bilenin [the cognizant] (dem Erkenenden) bilinenle [the known] ilişkisiyle ilgileniriz. Her “açıklamayı” (isterse genel ve kavramsal olsun) bir “betimlemeye” [description] indirgemeye uğraşan saf deneyci bakış açısı her durumda bir kavram yahut kavramlar sistemi tesisinin (böylelikle bir doğa yasasının da) belirleyici öneme sahip bir psişik gerçeklik olduğu olgusunu dışta bırakır (İngilizcede bu, bir şey “açık” [plain] olduğu yahut birine bariz [clear] geldiği müddetçe “açıklama” [explanation] sözcüğü ile ifade edilir- “betimleme” sözcüğünde mevcut olmayan bir overtone[2]).

O halde burada Platon felsefesini göz önünde bulundurarak, tıpkı anladığımızda, diğer bir deyişle yeni bilginin bilinçli gerçekleşmesinde hissettiğimiz mutlulukta olduğu gibi, doğayı anlama sürecinin de bir tür karşılıklılık [correspondence]; insan tininde önceden−varolan içsel imgelerin dışsal nesneler ve onların davranışlarıyla bir denkleşmesi [a coming to congruence] (zur Deckung kommen)[3] olarak yorumlanması gerektiğini öne sürmeliyim. Duyu algıları bir yanda, kavramlar diğer yanda olacak biçimde bu ikisi arasındaki −saf mantık tarafından kurulamayan− köprü̈, bu kavramlaştırmaya göre bizim seçimimizden bağımsız kozmik bir düzene dayanır: Fenomenler dünyasından apayrı, physis kadar psykhe’yi de, nesne kadar özneyi de kuşatan bir düzen.

Bilme [cognition] durumuna geldiğimizde, modern psikoloji tüm anlamanın, bilinç̧ içeriklerinin rasyonel biçimde şekillendirilmesinden çok önce, bilinçdışında yer alan süreçlerle başlatılan uzun süreli bir süreç olduğu fikrini yerleştirdi. Bilmenin bilinç−öncesi seviyesinde bariz/net kavramların yeri, güçlü̈ duygusal içeriğe sahip, düşünülmeyen, fakat kavramları çizip-boyuyormuş gibi görülebilecek imgeler tarafından alınır.

Duyu algıları ile fikir veya kavramlar arasında aranan köprü̈, bu kavram−öncesi sembolik imgeler katmanını yöneten (her şeye rağmen Bernays’a karşıt olarak “rasyonel” olarak betimlemeye kendimi hazır hissetmediğim) düzenleyici işlemci ve faktörler tarafından koşullanıyormuş gibi görünüyor. Örneğin Kepler tarafından (Platoncu) önceden−varolan imgeler[4] için kullanılmış olan “arketip” sözcüğünün şimdi de Carl G. Jung tarafından, kendilerini fiziksel olduğu kadar psişik olarak da sergiledikleri varsayılan, görselleştirilemeyen düzenleyici faktörler için kullanılması ilginçtir.[5]

2. Burada ileri sürdüğüm kavramlaştırmaya göre, Kant’ın rasyonel biçimde formülleştirilmiş, artık kurulmuş idelerinin a priori karakteri, böylece bilincin dışında (“bilinçdışında”) mevcut olan ve işleyen önceden−varolan imgelere (arketiplere) aktarılmıştır. Kant’ın sentetik a priori yargılar olarak adlandırdığı özel ideleri bundan böyle genel olarak insanın anlama yetisinin önkoşullarıymış gibi düşünmememiz, bu ideleri yalnızca Kant’ın çağındaki kesin bilimin (ve matematiğin) özel önkoşulları olarak dikkate almamız gerektiği konusunda Paul Bernays’la aynı fikirdeyim. Bununla birlikte, Platon’dan ayrı olarak ve Gonseth’in “philosophie ouverte”iyle hemfikir olarak, önceden−varolan kökensel [primordial] imgeleri değişmez olarak değil, ama bilinçli bakış açısının gelişimine bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu tam olarak, insan bilmesinin [human cognition] gelişim sürecinin özünü kuruyor gibi gördüğüm bilinçdışındaki[6] imgeler üzerinde bilincin tepkisidir: Ferdinand Gonseth’in “diyalektik” olarak adlandırdığı bu tepki bir “tamamlayıcılık”[7] anlamına gelecek biçimde, büyük ihtimalle imgelerin bilinç üzerindeki tersinir etkisinden ayrılamaz.


Çevirenin notunda yer alan kaynaklar

Bernays, Paul. (1983). On Platonism in Mathematics. Philosophy of Mathematics: Selected Readings içinde, der. Paul Benacerraf-Hilary Putnam, Cambridge University Press, Cambridge, 1983.

Feyerabend, Paul. (2015). Bilimin Tiranlığı, çev. Barış Yıldırım, Sel Yay., İstanbul.

Lauener, Henri. (1977). Ferdinand Gonseth 1890‐1975. Dialectica, 31: 113-118. doi:10.1111/j.1746-8361.1977.tb01357.x

Park, David. (1990). The How and The Why: An Essay on the Origins and Development of Physical Theory, Princeton University Press, Princeton-New Jersey.


[1] Kaynak metin: “Theory and Experiment”, Writings on Physics and Philosophy içinde, ed. Charles P. Enz ve Karl von Meyem, çev. Robert Schlapp, Springer Verlag−Berlin Heidelberg GmbH, Berlin, 1994, s. 125-126. Daha önce Dialectica 6 (15 Haziran 1952), s. 141-42’de yayınlanmış. Yalnızca metnin içindeki köşeli parantezler bana ait (çevirenin notu).

[2] Overtone (Almanca Oberton): Akustik alanında overtone bir tel veya hava sütunu bütün olarak titreştiğinde temel tondan daha yükseğe çıkan, temel veya ilk harmoniği üreten tondur. Bölümler halinde titreştiğinde overtone’lar veya harmonikler (sinüs dalgaları) üretir. Dinleyici normalde temel ses frekansını (pitch) temiz şekilde duyar, overtone’ları ise konsantre olduğunda duyabilir. https://www.britannica.com/science/overtone (Erişim tarihi: 22.09.20). Diğer anlamı ise ima, yan anlam, örtük mesaj. https://en.wiktionary.org/wiki/overtone (Erişim tarihi: 22.09.20) (çevirenin notu)

[3] Bu ifade için ayrıca yukarıda anılan kitabın 2., 15. ve 16. Bölümlerine bakınız.

[4] Bu arada, yayınlanmış tarihsel bir çalışma: “Der Einfluss archetypischer Vorstellungen auf die Bildung naturwissenschaftlicher Theorien bei Kepler” (Naturerklarung und Pysche, Rascher Verlag, Zürih 1952; İngilizce çevirisi The Interpretation of Nature and the Pysche, Londra, 1955) Burada kısaca özetlenen durumu orada daha ayrıntılı açıklamaya çalıştım.

[5] C. G. Jung, Eranos Jahrbuch 1946: “Der Geist der Pyschologie”; İngilizce çevirisi Eranos Yearbook içinde, Londra, 1954.

[6] C. G. Jung bu vesileyle “bilinçdışına ilişkin bakış açısındaki seküler bir yer değiştirme”den bahseder (Karş. Pyschologie und Alchemie, Zürih, 1944, s. 181; İngilizce çevirisi Collected Works of C. G. Jung içinde, Bollingen Foundation, New York, Vol. 12).

[7] Complementarity: Fizikte tamamlayıcılık ilkesine göre (ışık veya elektron gibi fenomenler bazen dalga, bazen parçacık gibi davrandığı için) atomik boyuttaki bir fenomenin tam bir bilgisi hem dalga hem de parçacık niteliklerinin betimlemesini gerektirir. Bu ilke ilk defa Niels Bohr tarafından 1928 yılında duyurulmuştur. https://www.britannica.com/science/complementarity-principle (Erişim tarihi: 22.09.20) (çevirenin notu)