Apati’ye Tek Yön: “Yeni Normal”de Benjamin’i Hatırlamak

Pandeminin kelime dağarcığımıza eklediği “yeni normal” kavramında “yeni” olan ve “normal” varsayılmaya devam eden nedir? “Normal” addedileni, alışıldık olan ya da ethos ile, “yeni”yi ise olağanüstü olan ile eşleştirebilir miyiz? İlk bakışta öyle gibi; fakat olağanüstü olduğu halde hiç de “yeni” olmayan ve “normal” olduğu halde hiç de alışıldık olmayan durumlar söz konusu değil mi? Öyleyse her şeye karşın devam eden ve kesintiye uğrayan nedir “yeni normal”de; özelde de bugünün “yeni normal”inde?

Her “yeni normal”de eski durumdan devreden bir şeyler, olağanüstü duruma eklenerek kendi hükmünü devam ettirmekte ısrar eder. “Normal”, yaşamdaki olumsallığı massederek, onu siyasal gerekler uyarınca “düzen”lediği için hem eski ethos’tan güç alır, hem de yeni ethos’u kuran ve yaşam ile hep gerilimli bir ilişki içinde olan bir tür şiddet haline gelir. Bu “normal”, belirli bir olağanüstü durumdan sonra kendi ethos’unu artık yenilemek zorundadır. Bugünün “yeni normal”inin, hem eski hem yeni olan ethos’unun meylettiği yön ne olabilir?

19. yüzyıl, “yeni normal” ifadesindeki “yeni” ile “normal” arasındaki gerilimli ilişkinin felsefe tarafından ilk kez ayırdına varıldığı ve henüz birinin diğerini fiili olarak alt edemediği bir çağ olarak tanımlanabilir.[1] Yaşamdaki sapmaların ve onların yaşamı dönüştürücü gücünün ayırdına varan, Hegel’den Nietzsche’ye, Marx’tan Kierkegaard’a kadar neredeyse tüm 19. yüzyıl filozofları da “yeniyi normalleştirme”ye veya “normaldeki yeni”yi özgür kılmaya çalışmak bakımından birbirlerinden ayrılabilir. 20. yüzyılın şafağındaki totalitarizm ise, sıra dışı olanı bütünün ve sıradanlığın, anonimliğin şiddeti yoluyla “normal” addedilenin içinde zapt etmeyi -en azından bir süre için- başarmış ve “yeni”yi normalleştirmişti. Belki de sıradan ve sıra dışı olanın ilişkisine en çok odaklanan düşünürlerden biri olan Walter Benjamin açısından da bir yüzyıl öncesinin edebiyatını ve gündelik yaşamını bu denli çekici kılan, henüz kazananı olmayan bu gerilimdi. Bugün bizleri de Benjamin’ini hatırlamaya sevk eden, onun,  pandemi döneminde üzerine çokça düşündüğümüz problemleri, değişimi, belirsizliği, riski, gelecek ve geçmişi, zamanla ve tarihle olan ilişkimizi sorgulamış ve sıradanlığı eleştirirken olağanüstülüğün anlamı hakkında düşünmüş olmasıdır. Ben de bu denemede “yeni normal”imizde süregiden “normal”in ve normalleşmeye başlayan “yeni”nin ne olduğunu düşünmeye başlamak için, akla gelebilecek birçok başka düşünürü değil de, özellikle 20. yüzyılın “yeni normal”inin olağanüstü şiddetinden kaçarken hayatını kaybeden[2] Walter Benjamin’i hatırlamayı tercih edeceğim. Benjamin’in “normal hale gelmiş olağanüstülüğe” yönelik eleştirilerini deneyimlerimizi alt üst eden “yeni normal”de süre giden “eski”yi ayırt etmek için de, “yeni”deki “yönetilmiş olağanüstülüğü” fark etmek için de kullanmak mümkün olabilir. Pandemiyle beraber yenilenmekte olan ethos’umuzun gündelik görünümleri hakkında, “normal”in gündelikliğinin içinden geçerek yazılan, küçük hacmine karşın oldukça yoğun ve içerikli Tek Yön (Einbahnstrasse) kitabının başta nesneler ve insanlar arası ilişkiler olmak üzere, doğa, şehir, yazı hakkındaki bazı değinilerini takip ederek düşünebiliriz.

Benjamin’in iki savaş arası dönemde, 1928’de yazdığı Tek Yön eseri “normal”in şiddetinden kaçışın geri dönülemez şekilde özel yaşamın somut deneyimlerine, hissedişlerine, çağrışımlarına ve onlarda saklı olan toplumsallığa, tarihselliğe doğru akışını yansıtır. Kitabın ilk fragmanı “Benzin İstasyonu”nda, “dev toplumsal hayat düzeneği” içinde bireysel görüşlerin ancak “gizli oyuklara ve aralıklara” yağ sızdırma işine benzer şekilde[3], minimal ve belirsiz kalarak var kalabileceği anlatıldıktan sonra rüya anlatılarına geçiş belki de bu tek yönlü akışı fark ettirmek içindir: Katılaşan bir gerçekliğin içinden geçerek özel olanın kırılganlığından ve dünyaya yönelik ilgiden doğan duygulu bir düşünüm, önce “normal” olanı algılamakla işe başlayabilir, sonra ise bu “normal”den yine “normal”in içinden geçerek kaçar.[4] O halde ilk olarak “normal”deki olağanüstülük ile “gerçek olağanüstülük” ayırt edilmelidir.

Benjamin’e göre gündelik yaşamı alt üst eden savaş, ekonomik kriz, vb. olağanüstü olayların gölgesindeki insanlar, sıradanlığı ve istikrarı sürdürme arzusuyla kendi özgünlüklerini yok ederler, anonimleşirler, sıraya girerek sıradanlaşırlar ve bütünde erirler. Olağanüstülükten kaçarak “olup bitenin günbegün tekrarına”, acıda ve yoksullukta istikrara yönelen kitlelerin bu arzusu, ya yönetilmiş bir olağanüstülüğe ya da gerçek olağanüstülüğe doğru yönelebilirdi Benjamin’e göre. Daha 1928 gibi nispeten erken bir tarihte öngördüğü gibi o yıllarda “kitlenin içgüdüleri her zaman olduğundan daha büyük ölçüde şaşkın ve hayata yabancılaşmış” durumdaydı ve çok değil, hemen 1933’ten sonra Alman halkı savaşın ve yoksulluğun olağanüstülüğünden kurtulmak için yönetilmiş, kural haline getirilmiş olağanüstülüğü, bir “yeni normal”i arzulamayı seçecekti. Benjamin’in yaşamın gerçek olağanüstülüğünün karşısına koyduğu bu olağanüstülüğü, istikrarın ve sıradan yaşamın bu nefes aldırmaz boğuculuğunu daha sonra Adorno, “yaşamın yaşanamaz hale gelmesi” biçiminde tasvir edecekti.

“Normal”in örtük şiddeti, onun aslında yaşamın olumsallığına aykırı olmasından ve bu aykırılığı “normalleştirerek” eskinin acılarının “yeni” addedilen durumda farklı biçimler altında devam ettirmesinden ileri gelir. Bu ise gerçek bir olağanüstülük olmaktan, gerçek bir değişimi temsil etmekten ziyade yönetilmiş bir olağanüstülüktür. Benjamin’in çok sık alıntılanan ve pandemiye dair yazılarda da çokça hatırlanan o ünlü sözünde olduğu gibi, “istisna kurala dönüşür.” [5] Fakat yalnızca siyasal ve hukuksal düzenlerin yarattığı istisnalar değildir burada kastedilen; aynı zamanda yaşamın doğal olağanüstülüğüdür: Sıradanlık görüntüsünün altında insanın insanla, insanın nesnelerle, insanın yaşadığı şehirle olan ilişkisi yaşamın açıklığına aykırı şekilde yeniden düzenlenir. Nesneler sıcaklığını, insanlar arasındaki sohbetler sahici konularını, şehir de içinde dolaşanların özgürlüğünü yitirmiştir. Böyle bir alt üst oluş kökenini “eski normal”den alır. Bunlar bizim pandemideki “yeni normali”mizde yitirdiklerimize benzer fakat onlar zaten “eski normal”de de, belki de modernliğin “gündelik yaşam”ı icat ederek yarattığı tüm o “büyük dönüşüm”den beri tam olarak sahip olamadığımız şeylerdi.

Her “yeni normal”, yıkıcılık derecesi ne denli farklı olursa olsun, belli ki ilk olarak gündelik yaşamın alışkanlıklarını, “eski normal”in halihazırda yaşamın açıklığına yabancı olan durum ve ilişkilerini “yeni” şekilde sunarak dönüştürür. Benjamin, bu döngü karşısında bir şeyleri sahiden de değiştirebilecek olan gerçek olağanüstülüğe, “mucize”ye yönelik çağrışımları takip etmeyi salık verir. Yani sıradanlığın akışını gerçek anlamda bozacak, yönetilmemiş, özgür, özgün, anormal çağrışımlara… Bu çağrışımlar olgularla değil, deneyimle ilişkilenir; nesnelerin, insanların, şehrin, anıların izleriyle… Arendt, “düşüncelerle değil, görünüşlerle” ilgilendiğini söylediği Benjamin’in Tek Yön’de yaptığını da böyle tanımlar: “Görünüşün mucizesi onun tüm çabasının odağında durur.”[6]

Benjamin, Tek Yön’de yelpazeden antika kaşığa, madalyondan eldivene, kağıda kadar nesnelerin dolaysız anlamının ve sıcaklığının peşine düşer. Mekânlarla ilişkilenir; balkondan bira salonuna, poliklinikten kayıp eşya bürosuna… Gözlükçü, oyuncakçı, vergi müşaviri, tabip gibi meslek isimleri onu sözlükteki anlamlarından çok farklı anlamlara götürür. Bir de insanların birbirlerine yönelttiği direktifler, uyarı tabelalarındaki yazılar gibi, anonslar gibi çınlayan gündelik sözlere yönelen ironiler vardır: “Almanlar Alman Birası İçin!”, “İlan yapıştırmak Yasaktır!”, “Evine dön! Her şeyi affettik” gibi… Fakat ne nesnelere, ne mesleklere ne de anonslara yönelik bu fragman başlıklarının hiç biri ilk bakışta çağrıştırdıkları anlamı barındırmaz; hatta aksine başlıklar ile fragmanın içeriğinin uyumu hakkında uzunca düşünmek gerekir. Onların sıradanlığında “tek yön”e doğru bir akış takip edilir; bireysel deneyimin gerçek olağanüstülüğü sezmeye muktedir anlamına doğru… Bu yolculuğunda Benjamin, aynı zamanda sıra dışı görünüşleri görünmez kılmaya çalışan, “normalleştirici” koşullara yönelik eleştiriyi de yanına alır. Minima Moralia’sı Benjamin’in büyük etkisini taşıyan Adorno da buna uygun olarak Benjamin’in Tek Yön’de izini sürdüğü Denkbild’lerinin aslında ilk bakışta görüldüğü gibi hiç de bireysel olmadığını, aksine toplumdaki yabancılaşmayı gözler önüne seren bir siyasallık ihtiva ettiğini söylemişti.[7]

Benjamin Tek Yön’de kendi döneminin “istikrarlı” yaşamı içerisinde “nesnelerin sıcaklığı”nı kaybetmesinden yakınırken, nesnelere yönelmemizdeki bir tür yabancılaşmaya gönderme yapar. Bu yabancılaşmanın sebebi olarak görülen ve birçok başka 20. yüzyıl düşünürünün de eleştirisine konu olan ve modern yaşama belki de en özgül karakterini veren araçsal rasyonellik, nesnelerle kurduğumuz ilişkiyi dönüştürürken, aynı zamanda bizi de dönüştürür. Nesnelerle kurduğumuz ilişkinin eskisine göre tamamen dönüştüğü bu pandemi günlerinde, Benjamin’in bahsettiği bu sıcaklık yitimini yeniden düşünebilir miyiz?

Bir anda olup biten bir olay olarak değil de, pandemi gibi her günümüze, her saatimize sirayet ederek gündelik yaşamımızı yavaş yavaş her alanına kadar dönüştüren ve böylece “normal”leşmeye başlayan bu olağanüstü durumda nesnelerle kurduğumuz ilişki araçsal rasyonelliği çok başka şekilde sürdürüyor: Artık dokunmamızın yöneldiği her şey, bize virüs bulaştırma tehdidini barındırıyor. Hiçbir nesne dakikalar süren bir dolayımdan, bir dezenfeksiyondan geçmeksizin dokunulabilir değil. Virüssüzlüğünden emin olunacak kamusal nesneler artık yok; toplu taşımadaki koltuklardan, market raflarına, parklardaki banklardan kapı zillerine kadar kamusal alanların hiçbirinde bulaşma riskini göze almaksızın dokunabilecek hiçbir şey kalmıyor. Bir nesnenin risk içermediğinden kesin olarak emin olunabilmesi, onun ancak mülk edinilmesiyle, görece daha kesin bir kontrolün sağlanabileceği biricik alan olarak evde söz konusu oluyor. Peki nesneler sahip olma güdüsü ve işlevselci düşünce yüzünden zaten sıcaklığını yitirmişken, nesnelerin bir de birer tehdit haline gelmesi ve mülkiyet edinilmeksizin “temize” çıkarılamaması kim bilir onlarla ilişkimizi ve bizi nasıl dönüştürüyor?

Nesnelerden sakınma onlara dair sahip olma güdümüzde bir eksilme yaratmamış görünüyor; hatta aksine onların oluşturduğu tehdit, sanki paradoksal bir şekilde ilk kitlesel karantinalarda tüm dünyada gördüğümüz gibi onları daha çok istiflemeye götürüyor, çünkü virüs taşımadığından tek emin olabileceğimiz nesneler sahibi olduğumuz nesneler. Eskiden bizim için oldukça önemsiz olan nesneler için, sözgelimi bir tuvalet kağıdı veya makarna, hatta konserve kapağı için izdiham yaratmamızın arkasında bu nesnelerin olağanüstü durumdaki işlevlerinin ve önemlerinin tamamen değişmesi yatıyor. Değişen durumla beraber eskisinden çok daha işlevli hale gelmiş nesnelerin satın alınmasının yanı sıra bir de hiç ihtiyaç duymadığımız nesnelere yönelik ilgimiz hakkında da düşünmeye değer: Hala kesin veriler tarafından doğrulanmasa da ve tüketici alışkanlıkları sürekli değişse de, en azından pandeminin ilk günlerinde basında çokça konuşulan “lüks” alışverişlerindeki artış, belki de yaşamı sürdürmek kaygısı gütmeyenler için bu tür bir sahip olma güdüsünün yeni bir semptomu olabilir. İhtiyacımız olmayan şeyleri tüketmeye dair hırsımız belki de bu dokunulmazlığın büyüsüyle eskisinden çok daha tetiklenmiş olabilir. Sayısız birçok başka örnek üzerinden de hissedebileceğimiz gibi pandeminin olağanüstülüğünde nesnelerin üretimine ve tüketimine dair “yeni” bir soğukluk ve araçsallık ile yeni bir tür fetişizm açığa çıkıyor. Eskiden çok nadiren tükettiğimiz nesneler -maske, siperlik, kolonya, dezenfektan, eldiven, vb.- gündelik temel ihtiyaçların yanında yerini alarak bizim için yepyeni işlevler kazanırken, diğer yandan nesnelerde kaybettiğimiz sıcaklığı bulma ihtiyacımız da onlara işlevlerinden bağımsız anlamlar yükleme eğilimimiz de devam ediyor. Zira Benjamin’in söylediği gibi aslında çocuklukta sahip olduğumuz, nesnelerin sıcaklığına dair hissiyatımız unutulmuş görünse de ortadan kalkmış değil. Çocuklar nesnelerle onların üzerine yapıştırılan işlevlere göre ilişkilenmez, aksine nesneler çocuklar için tamamen yeni bir imgelem düzeni içinde bambaşka işlevler, anlamlar kazanabilir.[8] Yetişkinlikte yitirilen bu otonomi, nesnelerin fetişleştirilmesine; hem ilah hem düşman olarak görülmesine yol açar. Onlar gündelik yaşamdaki tüm sohbetlerin tek konusu olan para ilişkilerinin birer tezahürüdür ve bu yüzden onlar tarafından çevrelendiğimizde onlara dair özgür çağrışımları olanaklı kılacak mesafeden mahrum kalırız; sonuçta da paradoksal olarak onlara sıkıca tutunuruz. Tıpkı bugün tehdit edici hale gelen nesneleri ancak mülk edinerek tutabilmemizde olduğu gibi… Nesnelerin sıcaklıklarını pandemide “yeni” şekilde yitirmesine karşın onlarla çocuklukta olduğu gibi işlevsellikten azade ilişkiler kurma isteğimiz halihazırda duruyorken, çok konuşulan ve alay edilen, bir çikolata için sıraya girme sahnesinin arkasındaki o duyguyu da Benjamin’i hatırlayarak anlayabiliriz belki. Benjamin, insanlar “nesnelerle beraberliğinin kendisini dondurmaması için onların soğukluğunu kendi sıcaklığıyla karşılamak, onların dikenlerini kan kaybından ölmemek için, sonsuz bir maharetle tutmak zorunda kalıyor”[9] derken, nesnelerle pandemide kurduğumuz bu yeni ilişkideki “eski” normali görüyordu sanki.

Benjamin, nesnelerde yitirilen sıcaklığın, insanlar arasındaki ilişkileri de soğuttuğunu düşünür. Fakat insanlar arasındaki mesafelenme de, önce hayvanlara dokunuşumuzdaki bir iğrenti olarak filizlenir. Hayvanlara yönelik iğrentinin insandaki hayvansılığın reddinden doğduğunu söyler: “İnsanın derinliklerinde dehşete düşen şey, iğrenti uyandıran o hayvana pek az yabancı olan bir şeyin kendi içinde var olduğu ve hayvanın bunun farkına varabileceği yolundaki -belli-belirsiz bilinçtir.”[10] Kendi hayvansılığımızın inkarıyla canlılara yönelttiğimiz iğrenti, insanın kendi canlılığından duyduğu iğrentiyle kol kola gider ve diğerlerinin acısı karşısında duyduğumuz kayıtsızlığı, apati’yi doğurur. Bu aynı zamanda nesneleri tüketim nesnelerine indirgemekle başlayıp insanları nesne gibi görmeye giden bir düzeneğin temelidir; çünkü Benjamin’e göre tekniğin tahakkümü aslında doğa üzerinde değildir, insanın doğa ile ilişkisi üzerindedir![11] Bireysel hayatta kalma güdüsü türün devamlılığından tamamen koparıldığında insanlar artık bireysel çıkarları için yapacakları her şeyi mubah görür ve insanlar arasındaki sohbetler de gerçek endişeleri ve çileleri paylaşmaktan ziyade sadece “hayat şartlarına, para konuları”na indirgenir.[12] Böylece insanların ne yaşadığına yönelik ilgi de, yardımlaşma da yok olur, bir soğukluk hasıl olur. Toplumsal yabancılaşmanın en belirgin göstergesi olan yoksulluğun da Benjamin’in deyimiyle “en büyük ayıp” olduğu bu soğukluk yüzünden unutulur.[13] Sonuçta hayvanlara dokunmaktan duyulan iğrenti, onlara karşı insanın takındığı o büyük mesafe, insanların hem kendi içselliklerine hem de birbirlerine karşı koyduğu mesafelere dönüşür.

Sadece nesnelere değil, aynı zamanda insanlara da dokunmanın tehdit oluşturduğu “yeni normalimiz”de, insan bedenlerine musallat olan bulaşıcı hastalıktan kaçış, en sevdiklerimizden dahi sakınmayı gerekli kılarken, insan bedenlerine yönelik örtük bir iğrenmeyi de beraberinde getiriyor. Hayvanlardan iğrenmeye, canlılıktan iğrenmeye benzetilebilecek bu örtük kaçınım, bizi “yeni” yabancılaşma biçimlerine de götürebilir. “Fiziksel mesafe”yi şart koşan bulaşma korkusu, giderek “fiziksel mesafe”yi gerçekten de, fiili bir “sosyal mesafe”ye dönüştürebilir, çünkü pandemiyle birlikte çok daha olağanüstü biçimde deneyimlediğimiz ölümlülüğümüz, hastalanabilirliğimiz, virüs taşıyıcılığımız, hayvanlara yönelik olan o mesafeyi kendi aramızda çok daha yeni bir şekilde koymamızı, başkasının bedeninden en az 1.5 metrelik aralıklarla kaçınmamızı ve özellikle de “hijyeninden emin olmadığımız yabancılar”a, kamusal yaşamda karşımıza çıkan tanımadık insanlara değmememizi gerektiriyor. Garip bir şekilde tanıdığımız, sevdiğimiz insanların bize virüs bulaştıracağı korkusuna daha az kapılıyoruz, onların sözüne ve temkinine daha çok güveniyoruz; sanki tehdit ancak yabancı olandan gelebilirmiş gibi! Yakınlarımıza mesafe koyarken acı çekiyoruz fakat kamusal yaşamda yabancı olana karşı koyduğumuz mesafe artık eskisinden kat be kat önemli ve yaşamsal hale geliyor bizler için. Başkalarına konulan bu “fiziksel” mesafenin “sosyal mesafe” olmadığı, pandemi öncesinde böyle bir mesafeliliğin hiç mevcut olmadığı söylenebilir mi? Başkasının uğradığı felaketi “normal” gören yaşam tarzımız pandemiden önce de başkalarına karşı mesafeli değil miydi? İnatla “sosyal değil fiziksel” olduğunu vurgulama ihtiyacı duyduğumuz o mesafe, eşitsizliğin kanıksandığı bir düzenin artığı değil midir? Bu mesafe dünyayı yüzyıllardır saran sömürü düzeninde başkasının acısına yönelik bir apati olarak karşımıza çıkar, insanların da doğaya ve hayvanlara yapıldığı gibi, üretim ve tüketim nesnelerine benzer birer araç kılınmasının sonucudur bu. Pandemideki apati’miz de buradan kökenini alır ve yalnızca her gün ekranlarda gördüğümüz ve kanıksadığımız ölüm sayıları karşısında değildir, yoksulluğun pandemiden önce de süre giden fakat “yeni normal”de katmerlenen bin bir görünümü içindeki eşitsizliklere de karşıdır. Çünkü normali “yeni” biçimde sürdürmenin koşulu, ondaki olağanüstülüğü, katlanılmazlığı görmezden gelen bu kayıtsızlıktır. Ölümün yayılımını ve onun ardındaki sebepleri yok sayarak ölümden azade olacağımıza dair boşuna bir kendini kandırma; yoksulluğun kaçınılmaz ağırlığına karşı onun olağanüstülüğünü normal kılan bir kabulleniş; kısaca mevcut durumun olumlanmasıdır dolaşımda olan.  “Yeni normalde”, “yeni” olan, Pınar Öğünç’ün bugünlerin belki de en önemli çalışmalarından biri olan yazı dizisinde “kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, ‘yaka’ devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenlerin” [14] deneyimlerini aktararak bizlere gösterdiği gibi; bulaşma korkusuna rağmen “fiziksel mesafe”yi koyma imkanı olmayan yoksulluğun ve “modern kölelik”in eskisinden çok daha güçlü şekilde katmerlenmesi ve onlara karşı konulan “sosyal mesafe”nin ön plandaki ölüm-kalım derdiyle çok daha fazla menzil kazanmasıdır. Bu çıldırtıcı olağanüstülüğün normalleştirilmesinde Benjamin’in deyimiyle “insan bireyinin ana hatları”, sadece “birbirlerinin sırtını gören” bir sıra düzeni içinde gözden yitiyor. Ölümün engellenebilirliğinin koşulları hakkında da herkesi kurtarabilecek çözümler üzerine de düşünülemiyor. Eskiden yoksulların yoksun olduğu hareket serbestisi, artık yaşamak için çalışmak zorunda olan yoksulların zorunluluğu haline geliyor ve bu yüzden onlara hastalık bulaşması “normal” görülüyor. “Yeni normalimiz”de şehir de nesneler gibi, insanlar arasındaki ilişkiler gibi sıcaklığını yitiriyor: Ev ile sokak arasındaki eşik, flaneur’ün özgürlüğü, sadece eve kapanma lüksüne sahip olanlara cazip görünebiliyor artık. Fakat eve sığınarak üretmek, “boş” zamanı nitelikli geçirmek eskisinden daha çok mesai harcayan evden çalışanlar için de, işsizliğini evden sürdürenler için de büyük çabalara mal oluyor,  çünkü yazmak da okumak da nesnelere, insanlara, kamusal yaşamın tümüne sirayet eden bu soğukluktan, apati’den pay alıyor. Benjamin, eski yatay okuma alışkanlığının aksine gazetelerin reklam ve resim bolluğu içinde, yazıları düşey sütunlar halinde basmasının insanın okuma deneyimini nasıl kökten dönüştürdüğünden bahsettiğinde günümüzde ekranlar başında geçirdiğimiz zamanları tasvir ediyordu sanki: “Çağdaşımız insan, daha bir kitap açmayı başaramadan önce, gözleri öyle bir değişken, renkli, çatışan harfler curcunası baskınına uğruyor ki, kitabın eskicil sessizliği içine dalabilme şansı azalmış bulunuyor.” [15] Henüz sosyal medyanın olmadığı, her türlü entelektüel ve sanatsal faaliyetin de “uzaktan” yapılmak zorunda kalınmadığı dönemlerden oldukça öngörülü tespitler! Bizim “yeni normalimiz”deki, fiziksel mesafeyle tezat oluşturan bir dijital mesafesizliğin “uzaklık”ının bize ne yaptığı, “sosyal mesafe”ye nasıl etki ettiği hakkında düşünürken Tek Yön’de Benjamin’in dikkat çektiği gibi; yazının, okumanın, konuşmanın, sanatsal yaratımın uğradığı dönüşüm de yeniden gün yüzüne çıkıyor gibi.

“Yeni normal”de nesnelere dokunurken duyduğumuz kaygı, nesneleri fetişleştirmemizle kol kola gider, insanlara koyduğumuz ve gerçekten de “sosyal” olduğu iyice açığa çıkan mesafe, eski normalde de sürdürdüğümüz, başkasının acısına yönelik apati’den beslenir, şehir kamusallığını ve aylaklarını yitirir. Tüm bunlardaki “yeni”lik alt üst edici bir olağanüstülüğün yalnızca artmasıdır, önceki durumu da yanına alıp, artıklar üretmesidir: Bir tür yeni şekilde kurgulanmış sıradanlık, yönetilmiş bir olağanüstülüktür bu. “Yeni normal”, bambaşka çağrışımlara yol açarak ve giderek alışılan yeni deneyimler yaratarak gündelik yaşamda sabitlenir, ethos’laşır. “Yeni normal”e artık “yeni” sıfatını ekleme ihtiyacı duymayacağımız bir gelecekte bu ethos’un kökenleri de unutulur gider. Oysa eleştirebilmek için unutmamak gerekir. Unutmamak için ise yaşanılan deneyimi bugün anlamak, hazmetmek ve üzerine düşünmek…

Benjamin belki de en çok bu yüzden unutuşa karşı çıkmak isteyen bir düşünürdü. Mevcut duruma yönelik tüm eleştirelliğinin yanı sıra Tek Yön’de kaybedileni bulan anlar, hatırlananlar; bir aşktan kalan sözler, ölmüş bir dostun, yazarların, çocukluğun rüyaya girmesi, balkonlardaki çiçeklerin çağrışımları, yazmanın ve okumanın, eleştirinin önemi yüceltilir. Gündelik yaşamın şiddetli sıradanlığının gölgesindeki bu küçük “mucize”lere yönelik hassasiyet o büyük apati’nin çarkını tamamen bozmasa da ona su kaçırır gibidir. “Yeni” düzenlenen yaşamın deneyimlerimizi kökten etkilediği yerde, bu dönüşüme yönelik eleştiriyi mümkün kılan keskin bir farkındalık ve sebatla “mucize”yi aramak, Benjamin’in kırılganlığının arkasındaki güçtü. Bugün Benjamin’in yaptığı şekilde tüm bu etki çarklarını dolayımsızca algılayacak, irdeleyecek ve yeni çağrışımlar yaratacak bir bakışa, Denkbild’lerin yöneldiği düşünüme ve onun siyasal gücüne ihtiyacımız var gibi. Çünkü sanıyorum ki bizim dönemimizi Benjamin’in dönemine benzeştiren birçok başka semptomun yanı sıra bizi benzer bir çıkmaz sokağa doğru iten ve olağanüstü durumumuzun ethos’una asıl rengini veren, Benjamin’in de mustarip olduğu apati’nin soğukluğu… Benjamin’in apati’den kurtulmak için işaret ettiği “yön” ise düşünceyi gündelik olanın ve geçmişin koridorlarından geçirerek başkalarının acılarına dokunmaya ve “mucize”leri aramaya sevk edebilir. Böylece nesnelerle, insanlarla, şehrimizle, yazıyla, okumayla, kulağımızı çevreleyen uyarı anonslarıyla kurduğumuz ilişki de biraz olsun değişebilir, yaşamın olağanüstülüğünü biraz olsun hatırlatabilir; “hayat eve” sığmaz ve “baharın gelmesi, havaların ısınması”, ve şimdi de güz, bizi hala kandırabilir.[16]

Bizim “yeni normalimiz”in Denkbild’lerinin peşine düşmek, apati’mizi sorgulamaya başlamak için Benjamin’den ilham alabilir miyiz? Düşüncenin olup biteni şaşkınlıkla anlamaya çalışırken donakaldığı bu sokakta, Minerva’nın baykuşunu beklerken de yanıtlarını bulabileceği, belki de apati’yi kıracak ilk soruları sorarak: Bugün ne deneyimliyoruz, başkalarının acılarına yönelik kayıtsızlığımızın, olağanüstülükten kaçmak için sığındığımız yönetilmiş “yeni” normalliğin içinde nasıl dönüşüyoruz ve kendi “mucize”lerimizi nerede saklıyoruz?

 

 

 

 

 


[1] Bu oldukça genel ve iddialı savın temellendirmesi bu kısa denemenin sınırlarını aşsa da, ortaya koyulan savın kökenini Lefebvre’nin 19. yüzyıla dair düşüncelerinde bulmak mümkündür.

[2] Walter Benjamin, Nazi işgali altındaki Fransa’dan İspanya’ya kaçarken 80 yıl önce, 26 Eylül 1940’ta Portbou kasabasında intihar etmiştir.

[3] Walter Benjamin, Tek Yön, çev. Tevfik Turan, YKY, 2002, İstanbul, s.11.

[4] Cana Bostan’ın, Benjamin’in bu aykırılığına dair şu ifadesi Benjamin’in Tek Yön kitabında sıradanlığı hem ortaya koyma hem de onda gedikler açma çabası için de tamamen geçerlidir: “Benjamin, zamanın baskın kültürel kodlarla dayatılmış homojenliğini bozan, yadırgatıcı uğrakların arayışındadır.” Cogito, “Divandaki Tarih Meleği: Walter Benjamin’de İmge-Uzam”, “İmajı Düşünmek”, içinde, Sayı 97, 2020, s. 97.

[5] Pandemi döneminde özellikle olağanüstülük meselesi ve Agamben tartışması bağlamında Benjamin’in bu sözünü tartışan yazılar yayınlanmıştır. Bknz: İrem Taşçıoğlu, “Covid-19, İstisna Hali ve Yeni Bir Etiko-Politik Alanın İmkânı Üzerine Notlar”: https://www.birikimdergisi.com/guncel/9996/zizek-agamben-schmitt-covid-19-istisna-hali-ve-yeni-bir-etiko-politik-alanin-imkani-uzerine-notlar ve

[6] Hannah Arendt, 1968 yılında Merkur dergisinde Benjamin’in yaşamını ve eserlerini anlatan üç yazılık bir yazı dizisi yayınlar: https://www.merkur-zeitschrift.de/hannah-arendt-walter-benjamin-i/

[7] Denkbild, Almanca “düşünce imgesi”. Adorno’ya göre Benjamin’in Denkbild’leri “öznel ve tesadüfi sayılan deneyimlere nesnellik atfedilmiş olması ve özel olanın sadece nesnel olanın açığa çıkmış hali olarak algılanmasıdır.” Theodor W. Adorno, “Benjamin’in Tek Yön’ü”, Walter Benjamin Üzerine, içinde, ss.25-30, çev. Dilman Muradoğlu, YKY, İstanbul, 2017.

[8] Benjamin, s. 20.

[9] Benjamin, s. 27.

[10] Benjamin, s.17.

[11] Benjamin, s.82.

[12] Benjamin, s. 26.

[13] Benjamin, s.24.

[15] Benjamin, s.32.

[16] Aksu Bora ve Nilgün Toker’in tam da pandemide evle, nesnelerle, diğer insanlarla, hafızayla, sosyal medyayla kurduğumuz ilişkileri yeniden düşündükleri “Evde Kalmak, Eve Sığınmak, Evden Çıkmak” başlıklı söyleşide Aksu Bora’nın söylediği gibi “Evden çıkmak lazım Nilgüncüm, eve ‘sığınmak’, hayatı oraya sığabilecek hale getirmek, ‘ölüm gibi bir şey’ olacağı için.” https://www.birikimdergisi.com/guncel/10031/evde-kalmak-eve-siginmak-evd…