Çocukluğa Sadakat ve Öfkeli Vatandaşların Kısır Döngüsü

Alman sosyolog Theodor W. Adorno, ülkedeki tüm eğitimcilere seslendiğinde yıl 1966’ydı: “Auschwitz’in tekrarlanmaması eğitimin ilk talebidir. (…) Ancak talebin gündeme getirdiği meselelerin yeterince fark edilmemesi (…) canavarca olanın insanların bilinç ve bilinçsizlik düzeylerine etki etmediğini gösteriyor, (…) insanlarda bu farkındalığın az olması ise Auschwitz’in tekrarlanma olasılığının devam ettiğinin bir belirtisi.”

Adorno’nun eğitimcilere ve yeni eğitimci jenerasyonun vicdanına seslendiği ünlü “Auschwitz Sonrasında Eğitim” [1]konuşması bu şekilde başlamıştır. Bu konuşmada Adorno eğitimin temel amacının Holokost gibi bir şeyin bir daha yaşanmasına asla izin vermemek olması gerektiğini söylemiştir. Bunun neden önemli olduğunu gerekçeleriyle açıklamak durumunda kalması ise tam da engellenmesi gereken düşüncenin yansımasıdır.

“Yalnızca kendi eylemleri üzerine düşünebilenler, kendi kaderlerini tayin edebilecekleri bir yaşam sürme gücünü edinebilirler.”

Adorno

“Auschwitz Sonrasında Eğitim” kısa bir metindir. Metni okumaya başladığımda Adorno’yu henüz tanımıyordum. Onu fark etmemi sağlayan ise eşimdi. Birçok yerde milliyetçiliğin bariz yükselişi, gerici düşünce tarzındaki artış, Bretix, Orban ve Trump’ın başkanlığı gibi gelişmeleri göz önüne alırsak, belki de eğitim söz konusu olunca sadece pedagog Remo Largo’ya değil, Adorno ’ya da bakmak gerektiğini söyledi. Hepimizin bildiği gibi Adorno’ya kapıyı kapatmak onu okumaktan daha kolaydır. Ancak bu metin okumaya değer. 

Soğukluğun Bizi Etkilememesini Nasıl Sağlayabiliriz?

Bu metinde esasen önemli olan iki unsur var: otonomi ve empati. Adorno otonomiyi isyan etme ve kendi kaderini tayin etme yetisi olarak anlar: Yalnızca kendi eylemleri üzerine düşünebilenler kendi kararlarını vererek soğukluğa “katılmama” gücünü kendilerinde taşırlar. Empatiyle kastettiği ise diğer insanlarla birlikte hissetme ve birlikte acı çekme kabiliyetidir. Adorno’nun ifadesiyle, Auschwitz ’deki katiller “Hayır” demekten acizdi ve temel bir empati eksikliği, duygusal bir soğuklukla tarif ediliyordu. 

Bu soğukluk, erken çocukluk deneyiminin ve “soğukluğu üreten ve yeniden üreten” bir toplumsal düzenin sonucudur. Dolayısıyla Auschwitz’i nasıl önleyebileceğimizi sorduğumuzda, aslında şunu sorarız: Bu soğukluğun çocuklarımızı –ve nihayetinde kendimizi– ele geçirmesini nasıl önleyebiliriz? 

Adorno’nun söylediği gibi, soğukluğu eğitim yoluyla uzaklaştıramazsınız. Kendinizi ondan ancak “çocukluğa sadık kalarak” bir nebze olsun korumaya çalışabilirsiniz. 

“Boyun eğme ve ütopyacı kapasitenin eksikliği, kendimize ve başkalarına karşı kayıtsızlığa, katılığa ve hatta soğukluğa yol açar.”

Adorno

Adorno, Pedagoji öğrencilerine yaptığı başka bir konuşmada bu tuhaf çocukluğa sadık kalma ifadesini şöyle açıklar: “Çocukluğa sadakat derken, sizin (öğrencileri kastediyorum) kendiniz ve herkes için tam mutluluk hayalinin sönüp gitmesine izin vermemeniz gerektiğini anlatmak istiyorum (…) İnsan kavramının kendisi, insanlardan ve onların bugünkü varoluşlarından daha fazlası olan ve nihayetinde gerçekleştirilmesi gereken şey fikrine, ütopyaya bağlıdır.

Sizi bu mesele hakkında saçmalamaya teşvik etmek istemiyorum (…) ama mevcudun, bütün gerçek olmadığına, bütünüyle farklı olabileceğine ve olması gerektiğine dair o muğlak, ince duygu, mevcuda yönelik her kavrayışa yol göstermelidir; aksi halde bu bir kavrayış değil, salt varoluşun donuk bir tekrarı olur.”

Çocuklarımızın Bize Kattıklarını Onlardan Çalmamalıyız

Metnin karmaşık cümle yapısı ve kendine özgü dilbilgisi cesaretinizi kırmasın; aksine paragrafı bir kez daha yüksek sesle, yavaşça okumaya ve ardından kolunuza dövme yaptırmaya değer, çünkü Adorno’nun burada yazdıkları bence bir tür yaşam anahtarı: Çocuklarımızın bizden önce elde etmiş oldukları şeyi, yani “kendileri ve herkes için mutlak mutluluk hayalini” ellerinden almayalım.

“Dünyanın sadece kötü olduğu inancı, çokbilmiş davranmaya, sürekli öfkeli olmaya yol açar.”

Adorno

Bazen şöyle deriz: “Yaşam bir dilekler konçertosu değildir.” Bunu çocuklara her şeyin olanaklı olmadığını, her şeyin her zaman istedikleri gibi olmayabileceğini ifade etmek istediğimizde söyleriz. Bunu büyük bir inançla söyleyebiliriz çünkü kendimiz yaşamın adaletsiz ve zor olduğuna dair acı bir deneyim yaşamışızdır. 

“Çocukluğa sadakat” metaforuyla Adorno bize dilediğimiz şeyin olasılık dahilinde olması gerektiğini söyleyen çocuksu, ilkel ütopik inançta aslında büyük bir güç olduğunu hatırlatıyor. Biz yetişkinler olarak –tüm olumsuz deneyimlerimize rağmen– yalnızca kendimiz için değil, herkes için daha mutlu bir dünya dileğinde bulunmak zorunda olduğumuzun farkında mıyız?

Kalıcı Öfkeden Otorite Çağrısına 

Bu nedenle çocukluğa sadakat, dünyanın gidişatına boyun eğmeye karşı bir savunmadır; çünkü Adorno’ya göre ütopyacı kapasite eksikliği ve boyun eğme, kendimize ve başkalarına karşı kayıtsızlığı, katılığı ve hatta soğukluğu beraberinde getirir.

Soğukluk, bu nedenle öfkeli vatandaşın kısır döngüsüdür: Dünyanın hep kötü olduğu inancı, çokbilmiş davranmaya, sürekli öfkeye ve nihayetinde otorite çağrısına, hatta bunu düzeltecek bir lider arayışına yol açar. Bunun da radikal, şiddetli ve yıkıcı sonuçları olur.

Ya da diğer bir ifadeyle: Dünyayı sadece kötü bir yer olarak görürseniz, soğukluğa karşı savunmasız hale gelirsiniz. Her şey zaten kötüyse, sizin için hiç fark etmeyecektir, o zaman şeytanların arasına da katılabilirsiniz. 

“Çocuksu naifliklerinden vazgeçenler soğukluğa karşı savunmasızdır.”

Mikael Krogerus

Adorno “çocukluğa sadakat”le soğukluğa meydan okur. “Auschwitz Sonrasında Eğitim”i okurken karamsarlığın ve her şeyin kötü olduğuna inanan zihniyetin katılmak zorunda olduğunuz bir şey olmadığını düşündüm. Metindeki en güzel bölüm ise “mevcudun, bütün gerçek olmadığına, bütünüyle farklı olabileceğine ve olması gerektiğine dair o muğlak, ince duygu” yu aklımızdan çıkarmamaya yapılan davetin dile getirildiği pasajdır.

Adorno’nun düşüncelerinden devam edecek olursak, bu muğlak, ince duygu, ütopyanın zaten bir dereceye kadar gerçek olduğunu ve uzak bir gelecekte olmadığını unutmamak demektir. En azından bir dereceye kadar ütopyayı yaşama ve gerçekleştirme kabiliyeti bizde zaten vardır.

Hepimiz bu hassas duyguyu yaşarız. Bu duygu, yuvasından düşmüş minik bir kuşun hayatını kurtarmak istediğimizde içimizden geçen duygudur, kendimizi ön plana çıkarmayıp başkalarının parlamasına izin vermeyi başarabilmemizdir. Ya da bir arkadaşımızın zamanı olmasa da, onun için önemli olduğumuzdan bizi ziyaret etmesidir. Ne zaman böyle bir şey olsa dünyanın belki de düşündüğümüzden biraz daha iyi olduğuna dair o “güzel his” ortaya çıkar.

Bu dünyanın sadece bir felaket ve “donuk varoluş” (Adorno) alanı olmadığını, burada ve şimdi savunmaya değer şeyler olduğunu düşünen herkes naiftir ve bundan çok daha önemlisi: İçindeki bu çocuksu naifliği terk edenler soğukluğa karşı savunmasızdır.

Bu aynı zamanda Theodor W. Adorno’nun “Auschwitz Sonrasında Eğitim” başlıklı konferansının da konusudur.


* Bu metnin Almanca orijinali Schweizer ElternMagazin Fritz+Fränzi’nin Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır. Bu çeviri Stiftung Elternsein, Zürich’in nazik izniyle yayınlanmıştır. Mikael Krogerus, “Die Treue zur Kindheit und der Teufelskreis der Wutbürger”, https://www.fritzundfraenzi.ch/blog/mikael-krogerus-uber-den-deutschen-philosophen-theodor-adorno/ (ç.n.)

[1] Çev. Bülent O. Doğan, Cogito, no. 36, 2003, “Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe” özel sayısı, 236-242. (ç.n.)